Hamdiye Okudan’ın Şerife’nin Öyküsü isimli öyküsü Yazı Dükkanı Akademisi 1. Ulusal Öykü Yarışma’sında YDA026 kodu ile yarışmıştı.
Şerife’yi kaçırmıştı Mehmet. Aşıktı Hatipoğlu’nun kızı Şerife’ye. Babasının sevgili kızı Şerife köyün alımlı kızlarındandı. Babası iyi yetiştirmişti, kültürlüydü diğer kızlara göre. Becerikliydi. Her iş gelirdi elinden.
Şerife’nin çevresinde az gezmemişti Mehmet. Her akşam üzeri harman yerine gramofonu kurar, ona aşk şarkıları, yanık ezgiler dinletirdi. Oysa nişanlıydı Şerife, hem de yedi yıldır. Ama bir sebepten nişanı bozdu babası. Yedi yıllık nişanlısından ayrılmak kolay değildi Şerife için ama babasını çok sever ve sayardı, karşı koyamadı.
Mehmet’in ilgisi, şarkıları ona bir avunma sebebi olmuştu. Zamanla gönlü Mehmet’e akmaya başladı. Şerife’nin nişanlısından ayrılması Mehmet için umut ve fırsat olmuştu, Mehmet bu fırsattan yararlandı ve Şerife’yi kaçırdı, evlendiler. İlk yıllar doyumsuz bir aşk yaşadılar. Yakışıklıydı Mehmet. Capcanlıydı Şerife. Mutluydular. Akıp geçti yıllar..
Kente yakın küçük bir köyde yaşıyorlardı. Dört çocuğu oldu Mehmet’le Şerife’nin, iki kız, iki oğlan. İşler çoğaldı, geçim iyiden iyiye zorlaşmaya başladı gün günden. Mehmet çalışmayı sevmezdi ezelden. Var yok dinlemez, giyinir kuşanır gezerdi. Çapkınlığa da başlamıştı ufaktan. Giyinip gezer, hava atardı sağda solda. Zamanla işi büsbütün Şerife’nin üstüne yıktı. Götürmeye çalışıyordu Şerife, taşımaya çalışıyordu sırtına yüklenen ağır yükü. Güçlüydü, becerikliydi, ama yetmiyordu işte. Evde yedi kişilik bir aileyi geçindirmek kolay değildi.
İkinci Cihan Savaşı yıllarıydı. Ülke az bir zaman önce Kurtuluş sSavaşı’nı yaşamıştı. Yoksul düşmüştü. Cumhuriyet kurulmuş, bir bir devrimler gerçekleştirilmeye başlamıştı. Ülkenin, milletin yaralarının kısa zamanda onarılması, her alanda kalkınması gerekiyordu. Öyle de oldu. Halk bir yandan yoksullukla baş etmeye çalışıyor, diğer yandan heyecanla yeniliklere ayak uydurmaya çabalıyor, yeni kimliğine doğru büyük adımlarla ilerliyordu.
Mehmet, Atatürk’ün başlattığı okuma-yazma seferberliği sırasında, tanınan olanaklardan yararlanarak eğitmen diploması aldı. Yakın bir köye eğitmen olarak atandı. Sinirli ve sert bir yapıya sahipti; çabuk öfkelenirdi. Önüne geçemediği bu öfke onu zaman zaman şiddete iterdi. Öğrencilerine hiç taviz vermezdi. Onları her türlü çalışmaya zorluyordu. Çalışmamayı, başarısızlığı asla kabul etmiyordu. Az bir maaş alıyor, onu da giyim kuşamına harcıyordu. Çapkınlığı, gezmeleri de devam ediyordu bir yandan. Aydın kafalıydı, çocuklarını okutmak istiyordu ama evi ve ailesi ile de ilgilendiği söylenemezdi. Karısını, çocuklarını çok seviyorsa da istediği olmayınca şiddet uygulamaktan da geri durmuyordu.
Yokluk vardı, açlık vardı. Yedi kişilik ailenin geçimi için gelir gerekiyordu. Tarlada çalışıp üretmek vardı. Ailenin yaşam ihtiyaçlarının sağlanması, bakımı vardı. Bütün bu ağır yük Şerife’nin omuzlarına yüklendi. Evinin işini yapacaktı, tarlada çift sürecekti, harman kaldıracaktı, aileyi doyuracaktı. Zor işti, hele tek başına bir kadın için. Zorlanıyordu ama çaresizdi. Kimseye derdini anlatamazdı.
Bu sırada İkinci Dünya Savaşı patlamıştı. İsmet Paşa ülkeyi savaşa sokmamak ve etkilerinden korumak için bir dizi önlem almaya başladı. Zorlu bir savaştan yeni çıkmış, yorgun ve yoksul düşmüş, devrimlere atılmış, kalkınmaya çalışan bu millet için yeni bir savaş büyük yıkım olurdu. Bu uğurda alınan önlemler de halkı zorladı. İsmet Paşa: “Evinde, köyünde olanlar, yiyecek bir şey bulabilirler, ama bu millet savaşa girerse cephede askeri nasıl doyururuz” düşüncesinden hareketle çiftçinin çıkardığı ürünün fazlasını alıp silolarda topladı. Bu işle görevlendirilen insafsız, adaletsiz memurlar, yeterince denetlenmediğinden işlerini abarttılar çiftçinin, üreticinin elinden fazlasını aldılar ve insanları açlığa mahkum ettiler. İnsanların bazıları ağaç kabuğu ve ot yemeğe mecbur oldular. Bu durumu yaşayanlar, İsmet Paşaya kinlendiler. Bu sebepten İsmet Paşa muhalif, hatta düşman kazanmıştı. Bizi aç bıraktın diyenlere şu cevabı vermişti: “Belki biraz aç kaldınız ama çocuklarınız babasız kalmadı.”
Mehmet alınan önlemler kapsamında 1942 yılında ihtiyat askerliğine alındı. Şerife hamileydi, dördüncü çocuğunu dünyaya getirecekti. Yükü daha da ağırlaşmıştı. Düşünceliydi, nasıl kalkacaktı bu yükün altından?
Mehmet, kardeşi Osman’ın ölümü nedeniyle bir ay izinli gelmişti eve. İzninin son gecesi dördüncü çocukları bir kız olarak dünyaya geldi. Mehmet gitti vatan görevine. Bir daha dönüşü de olmadı. Bir gün kapının önünde askeri bir araç durdu. Bir asker elindeki torbayı Şerife’ye teslim etti, “başınız sağolsun” dedi ve aracı çalıştırdı gitti. Torba açıldığında Mehmet’in giysileri, kullandığı ufak tefek eşyaları döküldü içinden. Şerife şaşkındı, üzgündü, çaresizdi. Henüz otuz iki yaşındaydı. Yoksulluğun ortasında dört çocukla dul kalmıştı. Kocası varken çok da yardımı olmuyordu kendisine ama başındaydı ya, ne de olsa kendini güvende hissediyordu. Yanında olmasa da, birlikte çalışmasa da kocası vardı, bunu herkes biliyordu, kimse hor bakamaz, kötü gözle bakamazdı.
Şimdi ne olacaktı..?
Fazla düşünecek zamanı da yoktu. Gücünü topladı, doğruldu. Üzüntüye kapılmanın zamanı değildi. Kendini toplamalı ve çok çalışmalıydı. Öyle de yaptı. Kayınvalidesinden yardım istedi. En azından kıra giderken yanında gelmeliydi. Hırlısı vardı, hırsızı vardı. Namuslusu, namussuzu vardı. Bazı üzerine yönelen yanlış bakışları da fark etmişti. Günler çalışma, yorgunluk, korku, endişe içinde sürüp giderken bir gün eve erken geldi. Evin kapısında komşu kadınıyla kayınvalidesinin kendisi hakkında konuşmalarını duydu istemeden. Komşu soruyordu, “Şerife gelin nerde?” Kayınvalidesi cevap verdi: “nerde olacak, evin etrafına kale duvar yapıyor, meydan ona kaldı.” Komşu şaşırmış olarak sürdürüyor konuşmayı : “fena mı kardeşim koruntuya alıyor. Genç kadın, maazallah başına bir şey gelirse diye korkuyordur. Bence destek ol, dayanamayıp evlenip giderse ne yaparsın?” Kayınvalidenin cevabı, “giderse gitsin torunlarıma ben bakarım. Gemi gitmiş sandalı ne yapayım.”
Şerife bir kez daha yıkılıyor, Çok üzülmüştür. Ümitsizlikten içi kararır büsbütün. Zorlu, yorgun, korku dolu üçüncü yıl yaklaşırken Şerife, yakın köyden bir talibine evet demek zorunda kalır. Evlenir, gider. İki küçük çocuğu yanında götürmüştür. Büyükçe olan iki kardeş, gelmek istememiştir. Ama Şerife’nin çilesi evlenmekle bitmemiştir. Hatta daha da dayanılmaz günler yaşayacaktır. İçine geldiği aile de yoksuldur, adamın, daha önce ölen iki eşinden üç çocuğu vardır. Kalabalık bir aile olmuşlardır.
Şerife gelin üzgündür. Gözünün yaşı kurumaz olmuştur. Bunalmışlığın, çaresizliğin verdiği bir karardır onun için evlilik. Canından çok sevdiği iki evladı arkasından boyun bükmüş, üzgün, mahzun, bakmış, kalmışlardır giden annesiyle kardeşlerinin arkasından.. İçine ateş düşen Şerife hemen pişman olmuştur ama çok geçtir artık. İçi dağlanarak, gözleri arkada yürüyüp gitmek zorunda kalmıştır işte. Nasıl gittiğini bir kendi bir de Allah bilmektedir.. Bundan sonra ikiye bölünen yüreğinin yarısı burada, yarısı orada kanayıp duracaktır.
Yazarının emeğine sağlık.