“Zorunluluk, itekleyerek olsa da zamanla insanı hedefine ulaştırır. Öyle bir an gelir ki, zaman ve insanın iki iyi dost olduğunu görürsünüz”
Kızını dershaneye yolcu eden İkbal Hanım, hemen mutfağı toparlamaya başlamıştı. Çok geçmeden kapının zili çaldı. Genç kadın elini kurulayıp kapıya doğru giderken; şaşkın, yine bir şeyini unuttu, dedi söylenerek.
Kapıyı açınca, alt katta oturan komşunun iri cüssesiyle karşı karşıya geldi. Kadın tez canlılıkla terliklerini çıkarıp eline aldı, aynı hızla vestiyerden ev terliğini ayağına geçirdi. Tek kelime söylemeden aceleyle yanaklarına öpücük kondurup salonun yolunu tuttu.
Eyvah, dedi içinden, Eyvah! Yine mi?
Kadının arkasından giderken bıkkın ruh halini onaylayan gözleri, yuvasında yüz seksen derece dönüş yapmıştı. Sakin olmalısın, dedi içinden, çok ayıp!
“Siz buyurun oturun Güler hanım, lütfen! Ben kahve yapıp hemen geliyorum!”
Oysa kadın koltuktaki yerini çoktan almıştı. Gereksiz bir söylemdi doğrusu, mutfağa geçerken kendi kendini ayıpladı. Ocağın başında, Güler hanımla ilk karşılaştıkları günü anımsamaya çalıştı. Yine böyle bir hafta sonu olmalıydı. Gülümseyerek biraz da sıkıntıya başını salladı. O gün kendini ödüllendirmeye karar vermişti. Gündüzleri hiç açılmayan televizyonu açacak, kahvesini alıp karşısına geçecek, şimdiye kadar hiç yapmadığı miskinliğin tadını çıkaracaktı. Bir ilki oluşturmanın heyecanını yaşamak istemişti. Televizyondaki magazin programındaki dedikoduları izleyip, ünlülerin tepkileriyle eğlenecek, evlenme programlarını tıklayarak farklı insan tiplemeleriyle tanışacaktı. O an çalan kapının zili olağan bir durumdu. Hafta arası çalıştığı için kapıcıyla olan diyalogları genelde hafta sonları oluyordu. Kapıyı açınca Güler hanımla burun buruna gelmesi onu şaşırtmıştı. Doğrusun beklenmedik bu durum karşısında birazda korkmuştu. Sadece dış kapıda ya da asansör beklerken karşılaşıp selam verdiği komşu kadını daha önce hiç böyle görmemişti. Karşısında, gözleri kan çanağına dönmüş, gözaltı torbaları şişmiş, elleri tir tir titreyen bir kadın bulmuştu. Tanışmadıkları halde aynı ivedilikle içeri girip soluğu salonda almasını o gün de tuhaf bulmuştu. Adını bile bilmediği ya da hatırlanmayacak kadar sıradan saydığı bu kadına neler olmuştu, kapısında ne işi vardı, kendisinden ne istiyordu? Yaşlı kadın tek kelime etmeden, ‘buyurun’ komutunu almadan koltuğuna yerleşmişti. Suskundu kadın. İkbal hanım davetsiz misafirinin rahatlaması için arkasına yastıklar vermiş, sakinleşmesi için bir bardak suyla koştur koştur gelip yanına oturmuş, sessizce kadının konuşmasını beklemişti. Misafiri nice sonra sabit bakan bakışlarını ayakucundaki mermerden çekerek yüzüne bakmış ve “Evde duvarlar üstüme üstüme geliyor, dayanamayıp kendimi dışarı attım fakat nereye gideceğimi bilemedim” demişti, özür dilemeye çalışan buruk yüz ifadesiyle. Telaşlı olan komşusunun durumuna o an çok üzülmüş, elinden geldiğince, dili döndüğünce onu teselli etmeye çalışmıştı. Kocasından bir kaç gündür haber alamamış olması, zaten zayıf olan sinirlerini felç etmişti.
“O gün kendime sunduğum ödül muhteşemdi doğrusu… Güler ödülü (!)” dedi fısıltılı sesle. O günden sonrası evi yolgeçen hanına dönmüştü. “Kızımın evden çıkışını takip mi ediyor ne?” Şu an fark ediyordu, Evet evet doğru tespitti bu. Kızı varken kendisine zaman ayıramayacağını düşünüyor olmalıydı.
Hemşire emeklisi olan komşu kadın, ilk girişiminden sonrasını fırsata dönüştürmüştü. Uzun boylu, iri kıyım kadının sinir hastası olduğunu nice sonra anlamıştı genç kadın. Zaten kendisi de böyle olduğunu sıkça dillendiriyordu. İki yetişkin erkek çocuğuyla olan tartışmaları apartmanda yankılanırdı çoğu kez. Eşi, sık sık iş seyahatlerinde olduğundan, kendisini vakitli vakitsiz bu eve atmayı alışkanlık haline getirmişti. Artık bu ailenin üçüncü ferdi olmuştu Güler. Kimi zaman gecenin geç saatlerinde kapıyı çalıyor; denetimsiz kafa sarsıntısı, titrek elleriyle soluğu kendilerinde alıyordu. İkbal Hanım, onun o an oğluna ya da eşine kızmış olduğunu artık biliyordu. Kadın izin istemeksizin hızla balkona geçiyor, olayı anlatırken ağlıyor, ağladıkça sıkıntısı dallanıp budaklanıyor, sonrasında daldan dala sıçrayan ürkek serçeler gibi, konudan konuya geçiş yaparak asıl konudan uzaklaşıyordu. İrileşen göz bebekleri, dertleriyle paralel hızda ve ataktaydı. İkbal çoğu kez bu sinir hastası komşu kadından ürküyordu. Sıradan olayların sinir üzerindeki baskısını izlerken iri kıyım kadının bazen taşkın, kimi zaman ufak bir kız çocuğunu andıran ruh haliyle şaşkınlığa uğruyordu. Güler’in dertleri kendisi için dönüşümsüz bir yaraydı. Buna inanmıştı. İçini boşaltana kadar sessiz yorumsuz onu izliyordu İkbal. Zamanla bu tutumunun kadını şaşırttığına tanık oldu. Ona sarılıp beraber gözyaşı dökmesini, şefkat göstermesini beklerken, kendisinin mesafeli duruşu onu düş kırıklığına uğratıyordu. Bunun bilincindeydi. Zaten sinir hastası kadının her hareketi, sözleri, beklentileri o kadar netti ki, onu çözmek için çabalamasına gerek kalmamıştı. Karşısında bir ayna kadar net olan kadının beden dilini okurken, onu bütün dikkatiyle izliyordu. Kadının yüzünde oluşan buruk ifade, ufak bir çocuğun masumiyetiyle adeta kuşatılıyordu. Acı çekerken birilerinin sarılmasını, tatlı dille teselli eden sözcükler kullanmasını, o sözcükler tam da duymak istediği anlamları taşımasını kim istemezdi ki… Güler’in beklentisi şüphesiz bu yöndeydi. Sıkıntıları o kadar sıradandı ki, İkbal bunu ona uygulamaya kalkışsa ortaya tam anlamıyla trajikomik bir kare çıkardı. Genç kadın bundan emindi. Sadece görüntüleriyle değil, içsel yolculuğunda da Güler’i kendi haklılığına inandırmış olacak, belki de dert saydıklarını bu yönüyle besleyecekti. İkbal bu konuda dikkat etmesi gerektiğini biliyordu. Uzun sohbetlerin ardından, kendisini üzen konunun basitliğine inanarak ve gülümseyerek evine gitmeye başlaması, her iki taraf için rahatlatıcı bir durumdu. “Kendinize bir hobi edinmelisiniz” demişti İkbal. “Severek yapacağınız, ilgi alanınıza hitap eden bir uğraş…”Güler’in gözleri hemen duvarda bulunan tablolara kaymıştı. Yerinden fırlayıp onları yakından izlemiş, “Resim, resim yapabiliriz” demişti heyecanla. -Yapabiliriz- “Bunları sen yaptın değil mi?” O an hayır, diyebilme şansı olsaydı keşke. Hepsinin altında imzası vardı ve bu yüzden kaçamamıştı.
Genç kadın, cezveyi ocaktan indirdi. Küçük tepsiye iki fincan yerleştirdi.
Güler için üzülüyordu. Bir şeylerle uğraşmak ona iyi gelecek diye düşünmüştü fakat yeni uğraşı onu bu eve daha sık taşımaya başlamıştı. İkbal, birkaç kez resim yaparken kendini izlemesini sağlamıştı. Boya, kâğıt ve fırçayı onun önüne koyduğunda gözlerine inanamamıştı. Boya-fırça-resim kâğıdı üçlüsünün savaşı ve bu savaşın içindeki rakiplerin kıyasıya birbirlerini yok etmeye çalışmasını endişeyle izlemişti. Birkaç dakika sonra resim kâğıdında yer yer oyuklar oluşurken, fırça, fırça olmaktan çıkıp kel bir çöp haline geliyordu.
Güler’in eşi, karısının kendisine yeni uğraşlar edinmesinden memnundu. Her uzun seyahat dönüşünde onun için sulu boya, yağlı boya, fırçalar almış, evi resim kâğıtlarıyla donatmaya başlamıştı.
Onun için alınan her malzeme İkbal’in evindeydi artık. Üstelik küçük kızın varlığı yokluğu da onu ilgilendirmez oldu. Kızı bu durumun sıklığından sıkılmaya, haklı sebepler öne sürerek söylenmeye başlamıştı. Küçük kız kendisine ayrılan zamanın çalındığını açıkça vurgulamaya başlamıştı. Artık bu duruma son verilmeliydi. Aksi halde devreye girecek, düşüncelerini ona kendisi iletecekti.
İkbal eşini, kızı henüz üç yaşındayken bir trafik kazasında kaybetmişti. Anne kız yedi yıldır beraber yaşıyorlardı. Evde erkeğin olmaması; Güler gibi kimi komşu kadınlarda fırsata dönüştüğünü, vakitli vakitsiz uğrama alışkanlıklarını bu yoklukla taçlandırdıklarını öğreneli uzun zaman olmuştu. Özellikle kendi apartmanından kimseyle yakın dostluklar oluşturmazdı. Güler konusunda kimi zaman kendisini eleştirmeye başladı. Ilımlı yaklaşımıyla kendi hırsızını kendisinin yarattığını düşünmeden edemiyordu. Güler onun için tam anlamıyla hırsızdı. Her akşam iş dönüşünü sabırsızlıkla bekleyen ve bir iki saatini gasp eden bir hırsız… Hala da çalmaya devam ediyor ve bundan hiç rahatsızlık duymuyordu. Her gelişinde “Nasıl olmuş canım? Beğenmediğin yerleri söyle! Ama bak, hatalarımı atlamadan bir bir sırala ki bileyim… Bir dahaki sefere daha çok dikkat edeyim” diyordu. İyi niyetle söylenen bu sözler küçük kız için adeta birer tokattı. Bir gün İkbal “Güler hanım, siz hafta arası sık sık pratik yapın, yaptıklarınızı hafta sonları birlikte inceleyelim, ne dersiniz?” açıklaması sonucunda haftada bire düşen görüşmeler artık saat kaybına değil, hafta sonları tüm güne mal olmaya başlamıştı. Eşi evdeyse, bu süre yarım güne düşüyor, onun telaşla evine geri dönmesi en çok kızını mutlu ediyordu. Güler, birkaç ayın içinde hem psikolojik hem de bedensel olarak iyiye doğru oldukça yol almıştı.
İkbal, elindeki tepsiyle salona geçti.
Güler, bir hafta boyunca çalıştığı resim kâğıtlarını koltukların üzerine yaymış, yarattığı eserlerini karşıdan seyretmek için en uzak koltuğa geçip yerleşmişti. Gözleri ışıl ışıldı. Küçük kartonların her birine, yeni keşfettiği bir cevhere ulaşmışçasına, yüzünün bütün kıvrımlarından yaşam fışkırırcasına bakıyordu.
Kahveler içilirken gözleri, koltukların üzerinde sıralı olan resimlerdeydi. İkbal’e bakmaksızın heyecanla sordu. “Evet, nasıl olmuş, bende gelişme görebiliyor musun?”
“Olmaz mı” dedi genç kadın.
Güler, “Ben de şu son yaptıklarımı çok beğeniyorum. Yaparken, senin beğenmeyeceğini düşündüklerimi yırtıp yırtıp attım… Ama bunlar çok güzeller, değil mi? Baktıkça içim mutlulukla dolup taşıyor. Canım, senin sayende oldu, çok teşekkür ederim”
“Cevherin sahibi sizsiniz Güler ablacığım. Bu cevher içinizde saklıymış, ben onun dışa yansımasına yardımcıyım sadece. Bana kalırsa resim kursuna giderek muhteşem tablolar yapabilirsiniz” Güler bir hafta sonra resim atölyesine başladı. Her gün sabah gidip akşam geliyordu. Ev ihtiyaçlarını gidermek için de çabalayınca, boş zamanı kalmıyordu. Zamanla yeni edindiği çevrede kendi gibi resim dersi alan arkadaşları olmuştu. Birbirlerine giderek faaliyetlerini evlerde de sürdürmeye başlamışlardı. İkbal ondaki gelişmeleri izledikçe mutlu oluyordu. Farklı dostluklar komşu kadını kendine getirmişti.
Güler, bir yıl kadar sonra sergisini açtı. İkbal, evlenmek üzere olan arkadaşına düğün hediyesi olarak aldığı yağlı boya tablosuyla Güler’in ilk müşterisi olmuştu. İkbal tabloya bakarken, boynuz kulağı çoktan geçmiş diyordu. Kendisi hobi olarak yapan amatör biriyken Güler’i profesyonelliğe taşımış olmanın gururundaydı.
İkbal, liseye başlayan kızının yeni okulu oturdukları semte uzak olunca, bulundukları yerden taşınma kararı aldılar. Çalışan bir anne olarak aklı kızında kalmamalıydı. Kısa zamanda taşındılar.
Dört ay sonraydı. Bir hafta sonu öğle haberlerini izlerken, spiker: “Eşi tarafından aldatıldığını öğrenen ressam Güler Karden, geçirdiği kalp krizi nedeniyle, hayata gözlerini yummuştur… “
İkbal inanamadı. Küçük vesikalık resmi ekranın bir köşesindeydi. Spiker diğer taraftan Güler’in resim yaptığı çalışma odasını görüntülüyordu. Duvarlarda birbirinden güzel tablolar asılıydı ve yakından çekimle muhteşem görünüyorlardı.
“A anne bak! Bak, bak şu tarafta senin resmin var!” İkbal kızının işaret ettiği tarafa bakınca başından aşağıya kaynar sular dökülmüşçesine ürperdi. İnanamadı. Utandı, hayıflandı… Güler, kendi tablosunu hangi ara yapmıştı? Çalışma masasının karşısına yerleştirilmiş olan kocaman tabloyu suçluluk duygusuyla izledi.
Yanaklarına doğru süzülen yaşlar, buruk duygularla, yakın geçmişini sonsuzluğa uğurluyordu.
Suzan Kuyumcu
- Aşka Çeyrek Kala Suzan Kuyumcu Kitap Tanıtımı - 22 Mart 2022
- Bir Aşk Hikayesi Suzan Kuyumcu - 23 Şubat 2022
- KalemSuzan Kuyumcu - 17 Şubat 2022
Suzan’cığım ilk okuduğum heyecanla okudum ve yine hüzünlendim. Yüreğine sağlık arkadaşım.
Serdar Bey her zamanki gibi görsellik yine çok güzel. Emeğinize teşekkür ederim