Rıfkı Tatilde Serdar Hakyemezoğlu

 – Ne olur be patronum. Ne olur bir izin verseniz? Şu kardeşinizi, evladınızı mutlu etseniz?

-Olmaz, dedim ya Rıfkı. Laftan anla biraz oğlum ya. Ne zamandır yatıyor. Kim bilir ne masraflar çıkacak? Durduk yerde para harcatacaksın? Olmaz dedimse, olmaz.

Patrona üç gündür yalvarıyorum. Fabrikanın garajında dört kişilik bir motokaravan var. Beş yıl önce bir devlet ihalesini yaparken üç tane formen kalsın diye alınmıştı. Beyler, işçi yatakhanesinde yatamazlarmış. Biz bitin, pirenin içinde sörf yaparken herifçioğulları duşlu, tuvaletli karavanlarında kaldılar. Bir yatak inşaat süresince boş durdu. O zaman da çok yalvarmıştım, karavana geçmek için.

– Olmaz Rıfkı. Sen bana yatakhanede lazımsın. Karavanda kalırsan, ben bozguncuların haberlerini kimden alacağım?

Görev kutsaldır dedim, bağrıma taşımı bastım. Ben Ali İhsan beyin gözüne ilk o sırada girmiştim. Eee, kolay iş değil ki. Bir sürü “zararlı unsurları” daha palazlanmadan işten attırdım da kimse benden kuşkulanmadı bile. Oğlum Rıfkı, senden iyi istihbaratçı olurmuş. Azıcık daha dişimi sıkıp orta okulu bitirebilseydim keşke.

Patronun odasından çıkınca Afitap’ın odasına uğradım.

– Yine niye su kaynattın kız, Rıfkı.

– Yengem, sen de üstüme gelme Allah aşkına. Zaten moralim bozuk.

– Ah, kıyamaaam. Kim bozdu moralini bakayım?

– Ya yenge, yıllık iznim geliyor. Ne zamandır tatil nedir, bilmiyoruz. Şu yatan karavanı ver de, bir tatile götüreyim çocukları diyorum. Olmaz diyor, başka bir şey demiyor.

– Aa, niye vermiyormuş? Garajda yatıp duruyor işte.

– Ne zamandır yatıyor ya, yürütmek için masraf çıkacak diye korkuyor.

– Çok mu çıkar gerçekten?

– Yok be yenge, taş gibi araba. Bir iki yakıt hortumu çatladıysa belki. Yağı, suyu hepsi iki binin içinde.

Ancak o kadar tutar. Ne olacak durduğu yerde arabaya. Bir de içini pırıl pırıl temizledik mi, yeni gibi olur. Patrona para harcanacak de, kaç. Hayır, ne yapacaksa bu kadar parayı? Kendisi İsviçre’ye kayağa gidiyor, on beş gün gelmiyor. Gözümüz yok, bir karavanı on beş gün emanet istiyorum. Sanki ruhsatı üstüme geçir, demişim muamelesi görüyorum. Az mı iyiliğimi gördün, patron bozuntusu? Hele dur, biraz daha diren de, ben de torbadaki yüzümü çıkartayım. Ben senin çiğ çiğ yediğin sendikacılara da benzemem, adamın boğazında kalırım. İşçiyim, haklıyım, söke söke alırım. Mücadeleye devam!

– Afitap, sana bir şey söyleyeceğim. Daha doğrusu bir rica..

.-Ayy, ne söylücen kız?

– Bak yine yaptın. Kız deyip durma, bozuluyorum ama.

– Aaa, ne varmış bozulacak? Kız olmak çok mu kötü?

Allah’ım ya. Feleğin çemberinden geçmiş kadın, kız olmak kötü mü, diye soruyor. Sen niye üstüne alınıyorsun ki?

– Yok yenge, garibime gidiyor biraz. Erkek adamız ne de olsa.

– Sen de bana yenge deyip duruyorsun, ben bozuluyor muyum?

– Yengem sayılırsın da ondan. Neyse, gereksiz muhabbete boş ver de, şu ricamı söyleyeyim.

– Ha canım, söyle bakalım.

– Ben küçükken babamdan bir şey isteyeceğim zaman, önce anneme söylerdim.

“Dur, ben babanı yumuşatırım gece” derdi. Sabahtası benim iş olurdu, anlarsın ya.

– Eee?

– İşte diyorum ki, hani sen patronu yumuşatsan da şu karavanı diyorum, yani diyorum. Anla işte bee.

– Ayy, kız Rıfkı, sen de az şerefsiz değilsin.

– Öyleyim değil mi? Bak, akşama hayırlı haberi bekliyorum. Ondan sonra, dile benden ne dilersen.

– Ay, salak şey. Ne dileyeceğim senden? Senin kendine hayrın yok. Hem ben hangi arada yumuşatacağım, Ali İhsan’ı, pardon Ali İhsan beyi?

– Öğleden sonra seansında işte.

– Rıfkııı, bak ayıp ediyorsun ama.

– Tamam, tamam. Asma suratını, ocağına düştüm bak. Aklıma gelmişken, sen en çok kazandibi seviyordun değil mi?

Kazandibine dayanamaz. Kazandibi bir tarafa, dünya bir tarafa. Şu kazandibi ile neleri hallettirmedim ki?

Yemekten sonra önemli görevlerimi sürdürdüm. İçim içime sığmıyor bir yandan. Görevim fabrikada gezmek, dedikodu yapmak. Hani, biri çıkıp “sen bu fabrikada ne iş yapıyorsun?” diye sorsa, diyecek bir şeyim yok. Kâğıt üstünde makine teknisyeniyim. Orta ikiden terk makine teknisyeni. Lan, ben ne anlarım makineden?

Saat dört gibi idari bölüme gittim. Afitap ortalıkta yok. Yaşlandıkça daha da azıyor herif. Aman, bana ne? Şu karavan işine he desin de, gerisi beni ilgilendirmez.

Çıkışa yakın Afitap cepten arıyor. Kalbim pır pır atıyor.

– Hadi kız, gözün aydın.

– Afitap bacım, bir tanesin yeminle. Delikanlılığın kitabını yazmışsın. Bak, yüzüne söylüyorum, kendi kız kardeşim olsan, bu kadar sevmezdim seni.

– Hadi hadi, yağcılığı bırak. Yarın kazandibini unutma, yeter.

– Kazandibine boğacağım seni.

Sen benim kız kardeşim olsan, ben şimdi cezaevindeydim. Delikanlılık kim, sen kim?

Akşam eve vardığımda haberi verdim. Ev bayram yerine döndü. Cıvık Necati’nin hanımı da bizdeydi. Sevinçten hanımla sarmaş dolaş oldular. Bir süre sonra benim hanım birden durgunlaştı. “Mayom yok, ne yapacağım?” demeye başladı. Buluruz bir çaresini dedim, dert ettiğin bu olsun.

Lan, her şey tamam da, bu Necati’nin hanımı Atiye niye bu kadar seviniyor? Sanki karavan tatiline kendisi gidecek. Hani, içime bir kurt ta düşmedi değil. Sabaha kokusu çıkar.

Neyse, akşam yemeğini güle oynaya yedik. Tam sofrayı topladık ki, kapı çaldı. Cıvık’la hanımı akşam oturmasına geldiler. Sabaha dedim ama kokusu daha erken çıkacak gibi. Necati şişeyi gazeteye sarmış. Böyle sevinçli bir geceye ne yakışır? Anladınız siz onu. Bazen çok düşünceli oluyor bu oğlan. Dedim ya, kardeşimden ayrı tutmam kendisini. Her iyi günümde yanımda biter.

– Ee, Rıfkı, ne tarafa yolculuk?

– Bilmiyorum ki, Necati. Fazla açılamayız herhalde. Biraz avans alırım, nereye götürürse o kadar gideriz.

-Oğlum, gel İzmir’e gidelim. İzmir’e kapağı atarsak, gerisi kolay. Serdar abime yanlarız. Beş kuruş harcamayız.

– Saçmalama lan. Karavan dört kişilik. Benim nüfus dört kişi zaten.

– Ya, düşündüğün bu olsun. Yabancı mıyız, sıkışıveririz.

– Olmaz gözüm. Sıkışmak da bir yere kadar. Siz de dört kişisiniz. Sekiz kişi nasıl yatarız karavanda?

– Benim kızları kayınvalideye bırakırız. Hanımla ikimize elbet bir yer bulunur.

– Çok zor be Necati.

Bu arada hanımlar hayal kurmaya başladılar. Şöyle yaparız, böyle yaparız. Ulan, daha evet demedik ki. Laf aramızda, işime de geliyor biraz. İzmir’i bulduk mu, gerisi benim çeneme bakar. İki hikâye patlatırım, Serdar’ın yelkenler suya iner. İyi ki, Çipil’i önceden tembihleyip, Fezai’yi tanıyorum dedirtmişim. Artık uzaya kendim gittim desem, inanır herif. Dur bakalım, hayırlısı.(Rıfkı ve Uzaylı öyküsü) 

Sabah erkenden patron odasına çağırdı.

– Rıfkı, dün gece düşündüm de; şu karavanı bir çalıştır bakalım. Durduğu yerde çürüyor. Bakalım nasıl adam ederiz.

– Emredersin patron. Hemen ilgilenirim.

Gece düşünmüşmüş. Ben biliyorum, ne zaman düşündüğünü. Yüz gram kazandibi tatil masrafları hanesine yazıldı bile.

Arabayı akü takviyesi ile çalıştırdık. Ama kontağı kapatınca bir daha çalışmıyor. Akü sizlere ömür. İlk masraf belli oldu bile. Hemen gidip yeni bir akü aldık. Arabayı çalıştırıp sanayiye doğru yol aldım. Giderken bir iki teklediyse de, sanayiye kadar beni yolda bırakmadı.

Motorcu Kadir arabayı inceledi. Masraf düşündüğümden azıcık fazla çıkacak gibi görünüyor. İki gün sanayide kaldım. Arabanın on iki bin lira masrafı çıktı. Patron haklıymış. Ama sonuçta bir şekilde bu arabayı temize çıkarmak zorunda. Bugün değilse, yarın. Hiç değilse hayırlı bir iş için yapılıyor bu harcamalar.

Pazarlıkla, al tekke ver külah on bin lirada anlaştık. Araba benim değil ama ben ekmek yediğim kapının çıkarını gözetmekten sorumluyum. Kendi arabam olsa, bu kadar pazarlık yapmam. Ama emanete hıyanet benim kitabımda yazmaz.

Kadir’den malzeme, işçilik on yedi bin liralık faturayı kopardım. Yedi bin lira cepte. Tatil masrafı çıktı sayılır. “KDV farkını ödeseydin bari” dese de, kulak asmadım. Ulan namussuz, fabrikanın bütün arabalarını sana getiriyorum. Her seferinde KDV farkı diye tutturuyorsun. İnsan velinimetine bunu yapar mı? İnsanda biraz haysiyet olur. Artık kimsede dürüstlük kalmadı. 

Tabii fabrikaya dönünce kıyamet koptu. Patronun ciğerine işlemedi ise, ben de bir şey bilmiyorum. Bir kaç gün ayak altında dolaşmasam iyi olacak. Fabrika büyük. Ben arazi olmanın kitabını Ankara Etimesgut’ta askerlik yaparken yazmışım. İyisi mi, bir süreliğine görünmez Rıfkı olarak takılmaya devam edeyim.

Afitap’ında üstün gayretleriyle bir kaç gün içinde durum normale döndü. Bu arada iki evde de bayram sevinci sürüyor. Bizim hanımlar sabahtan aksama kadar biçiyor, dikiyor. Karavanın onarımından artan, hakkım olan yedi bin liranın iki bin lirasını hanıma bıraktım. Daha yola çıkmadan para harcamaya başladık. Necati ile ben de bir sürü beş litrelik su şişesi topladık. Onun evini de rakı fabrikasına çevirdik. Geç saatlere kadar etil alkolden rakı üretiyoruz. Hazırlıklar tam gaz sürüyor.

Ne var ki, ben hala yüzümü kızartıp patronun yanına gidebilmiş değilim. Ulan, bir de alamazsam şu karavanı? İşin sonunda çoluk çocuğa madara olmak da var.

Bu tatil masrafları da canımı sıkıyor. Aslında bütün masrafı Cıvık Necati’nin çekmesi gerekir. Karavan benden, masraflar ondan. Eşek değil ya; onun da anlaması gerek. Ben koca karavanımı koyuyorum ortaya. Masrafları da o çeksin, değil mi? Nerede bizim Cıvık’ta o anlayış? Herifin hayatı beleş ve avanta üzerine kurulmuş. Sayemde karavan sahibi olmadan karavan tatili yapacak. Ulan, nedir benim bu fakirlerden çektiğim?

Nihayet, dört gün sonra beklediğim fırsat ayağıma geldi. Bizim sakıncalı tipler duvar diplerinde fısır fısır konuşuyorlar. Ben hainliğin kokusunu havadaki rüzgârdan alırım. Bunlar yine bir bölücülük planlıyorlar. Akşama doğru çabalarımın sonucunu alıyorum. Sözleşme görüşmelerinden önce işçiyi kışkırtıp, patrona gözdağı verecekler. Patronun acilen bunlardan bir ikisini kapı dışarı etmesi gerekiyor. Görün bakalım vatan hainliği yapmak ne demekmiş? Bu sefer, o sarı göçmeni attıracağım. Sigara içerken kaç defa yanında dikeldim de, bir günden bir güne, “Buyur arkadaşım, bir sigaramı iç” demedin. Senin sigarana mı kaldım lan? Eve işsiz dönünce, hanımının, çocuğunun gözüne nasıl bakacağını düşün sen. Ulan Rıfkı, çok şanslı adamsın. Karavanı şimdiden kaptın say.

Planım tıkır tıkır işledi. Başta sarı çıyan olmak üzere üç vatan haininin pasaportu ellerine verildi. Görün bakalım, bölücülük yapmak ne demekmiş? Eve ekmek götüremeyince, anlarsınız bir iyice. İşsizlikten büyük dert var mı? Adamın boynunu büker. Allah düşmanıma vermesin. Sürünün bakalım.

Akşamına kalmadan karavanı da, izni de kaptım. Üç terörist yakalattığım için patronumun gönlünden kopan açıktan bir kaç kuruşu da cebe koydum. Fabrikadan karavanla bir çıkışım vardı ki, sormayın gitsin…

*****

Sonunda tatil seferimiz başladı. Mahalleli bizi Mekke’ye hacı kafilesi gönderir gibi uğurladı. Herkes kapıların önlerine çıkmış. Kimisi kovayla su döküyor, kimisi el çırpıyor. Zılgıt çeken bile var. Eee, böylesi bu mahallenin tarihinde görülmüş bir şey değil ki? Ulan resmen mahallenin makûs talihini yendim be! Eminim iki-üç yıl boyunca anlatılır.

Karavanın sürücü kısmında sürücü ile birlikte iki kişi oturabiliyor. Benim hanımla, Necati’nin hanımı ön tarafa yerleştiler. Cıvık arkada çocuklarla birlikte karavanın içinde.

– Birader, mahalleyi çıkınca ben öne geçerim. Hanımlar mahalleden çıkana kadar öne oturup, havalarını atsınlar da.

Ulan, Cıvık… Hava atmak, düşman çatlatmak benim hanımın hakkı da, seninkine ne oluyor? Benimkinin aslan gibi kocası çalıştı, becerdi, karavan sahibi oldu? Seninkinin kocası ne oldu? Arkadaşına kaynak yapmaktan, beleşçilikten başka bir meziyeti mi var?

Neyse, havalı kornaya basa basa mahalleden ayrıldık. Aslında havalı korna yoktu karavanda. Mahalleden çıkışa hazırlık olsun diye, çıkma korna bulup taktırdım. O kadar da eşek değilim, ikinci el aldım. Patrona fazla masraf olmadı yani.

İstanbul çıkışında hanımların saltanatı bitti. Yallah arkaya. Necati ile benim büyük oğlanı yanıma aldım. Erkekler önde, kadınlar karavanın içinde. Biz önde rahat rahat konuşalım. Hanımlara kibarlık yapacağız diye, güzel Türkçe’mizden kopmayalım, anasını satayım. Anladınız siz onu.

Aslında trafik yasasına göre seyir sırasında karavan içinde yolcu taşımak yasak. Çevirme halinde nasıl davranılacağına dair eğitim çalışması yaptırdım. Tuvalete iki hanım sığıyor. Küçük oğlan da, ranzaların altındaki zulaya yatıyor. Polis kafayı uzattığı anda arkada kimseyi göremez. Formula yarışlarındaki pit-stop zamanı gibi, saniye tutarak yaptığımız talimlerde, sekiz saniyeye kadar düşüp, görünmez olmayı başardılar. Bu da, bence iyi bir derece. Daha fazla zorlamadım.

Yolculuğumuz için planımızı yaptık. Çanakkale-Ayvalık üzerinden İzmir’e ineceğiz. İlk gün Çanakkale ve Assos’u gezip, Ayvalık’ta karavandaki ilk gecemizi geçireceğiz.

Yolculuğumuz güle oynaya sürüyor. Bir kez çevirmeye girdik. Takım anında arazi oldu. Karavanımız bomboş görüntüsü verdi. İşte takım ruhu budur. Polis kafasını kapıdan uzattığında benim küçük oğlan osurmuş olsa da, laf kalabalığına getirip duyurmadık. Ben kızınca, “heyecandan yaptım” dedi. Heyecandan her şeyin yapıldığını duydum da, senin yaptığını duymadım. Anası kılıklı.

Ne Çanakkale’den, ne de Assos’tan bir şey anlamadım. Bana kalsa, bir an önce Ayvalık’a inip, soframızı kursaydık, rakımızın başına otursaydık, daha iyi olurdu. Ama yalnız değilim ki. Kimseyi de kırmak istemiyorum. Ne anlıyorlarsa böyle boş işlerden? Üstelik karavanda yemek düzenini kurmadığımızdan, öğlen yemeğini de dışarıdan yemek zorunda kaldık. Kimse işin masraf kısmını düşünmüyor ki, benden başka. Altı tane simit bir dünya para!

Nihayet güneş inerken Ayvalık’a girdik. Gezilecek yerleri de yarın gezeriz. Karavanı çekecek beleş bir yer aramak için yarım saat yitirdik. Sonunda deniz kıyısında kimsenin gözüne batmayacak bir yer bulup, karavanımızı park ettik. Oh beee, benim tatilim daha yeni başlıyor.

Hanımlar yemek hazırlıklarına başladılar. Necati ile ben de karavanımızın önüne masa sandalye düzenimizi kurduk. İlk kadehlerimizi parlattık. İşte yaşamak budur, arkadaş. Nedir o öyle, güneşin çatında o kaya senin, bu duvar benim dolaşmak? Bence en iyisi tarihi tarihçilere bırakmaktır. Bu sözü bir yerden mi duydum, kendim mi uydurdum acaba? Eğer ben uydurduysam, bayağı kıyak laf bulmuşum.

Sonunda makarnalarımızı yedik, karnımızı doyurduk. Hanımlar sabah kahvaltısında yeniden iş olmasın diye, sabahın haşlanmış makarnasını da ayırdılar. Sabahları ayılınca afyonum üç beş saat patlamadığı için, ben zaten kahvaltı yapamam. Sabah makarnasından payımı da onlar yesin artık. O kadar da adalet peşinde değilim. Onlar da benim canlarım icabında. Helal-i hoş olsun.

Cıvıkla birlikte, rakı yanına bizim için kızarttıkları kalem pirzolalar ağzımızda dağılıyor. Necati’nin boklu hanımı değil, benim hanım yapmış besbelli. Üstüne pirzola yapan yoktur, sağ olsun. Biz içtiğimiz için iyi beslenmek zorundayız. Çocuklar ileride daha ne pirzolalar yerler. Bu tatil giderek daha da güzelleşiyor. Ulan, aklımı seveyim. Şu karavan dalgasını tereyağından kıl çeker gibi hallettim ya. Gurur duyuyorum kendimle.

Bizim tayfa bütün gün güneşin altında taş, kaya gezmekten yorgun. Hanımlar bulaşıkları yıkadıktan sonra baygın düştüler. İyi geceler dileyip, ranzalarına çekildiler.

Arkadaki dört ranzanın alt katında hanımlar, üst katında benim oğlanlar yatıyor. Necati ile ben de, ortaya attığımız iki kişilik yatakta birlikte yatacağız. Artık sabaha kadar Cıvığın horlamasını çekeceğim, zorunlu olarak. Allah’tan ben hiç horlamam. Hanım bana iftira atıyor bu konuda.

Çocuklar yattıktan epey sonra biz de içkilerimizin son yudumlarını alıp karavana geçelim, dedik. Necati’de kafa bin beş yüz. Karavanın basamağını göremeyip, sırt üstü toprağa devrildi. Adamı yerden kaldırıp zorla karavana soktum. Yatar yatmaz küp gibi uyumaya başladı. Birazdan horlamaya başlar. Bir an önce ben de yatayım da, Cıvık horlamaya başlamadan uykuya geçeyim.

Karavanın dışına çıkınca yüzüme temiz hava çarpıyor. Karavanın içi havasızlıktan leş gibi kokuyor. O kadar adam soluk alıp veriyor. “Okjizen’ mi kalır?”

Son bir cila dublesi içmeye karar verdim. Bu güzel hava boşa gitmesin. Bir on dakika da böyle oyalandıktan sonra karavana giriyorum. Kapıyı örtüp, küçük camı açıyorum. Cıvık horlamaya başlamış bile. Küçük hacetimi görüp yatacağım.

Tuvaletin olduğu koridora girince manzarayı gördüm. Bizim hanımların biri bir yatakta, öbürü diğer yatakta sere serpe yatıyor. Sıcaktan üzerlerinde ne varsa atmışlar. İstemeden gözüm takılıyor. Benimkini her zaman görüyorum da, Necati’nin hanımını nereden göreyim? Lan bu Necati’nin zevksizliği hanımına da bulaşmış. İnsan iç çamaşırı da olsa, renk uyumuna biraz dikkat eder. Bak işte; nasıl olsa kimse görmeyecek dersen, bir gün de birinin göreceği tutar. Gerçi ben en yakın arkadaşımın hanımına yan gözle bakacak kadar şerefsiz değilim ama Atiye ‘de taş gibi karıymış. Dünya ahiret bacım olsun.

Ulannn, ya bu herif de gece tuvalete kalkar, benim hanımı böyle görürse? Herkes benim gibi mi? Kim bilir içinden neler geçirir? Aldı mı beni bir düşünce. Ben bu gece uykuyu tutturamam artık. Sabaha kadar nöbet. Hanıma söyleyeyim de, yarın araya bir çarşaf assın. Ben namus için yaşıyorum, arkadaş.

Ben o gece uykuyu kaybettim. Bu şartlar altında nasıl uyuyabilir ki insan? Gün ağarana kadar tuvalet aralığında bekledim. Hava aydınlanınca manzara daha da açık ortaya serildi. Artık hiç yatılmaz. Ya Cıvık tuvalete kalkarsa? Benim hanım da, Atiye‘de sabaha kadar türlü türlü frikik pozisyonları verirken, uyumak mümkün değil.

Neyse, sabah iyice ilerledi. Nasılsa birazdan bir uyanan olur. Bu Necati’nin de uyanma tehlikesi geçmiştir herhalde. Bu herif böyle deliksiz uyuyorsa, belki de çarşafa gerek kalmaz. En iyisi, gündüz bol bol uyuyup, uykumu alayım. Bir gece daha gözlem yaparsam içim rahat eder. Hanıma da perdeydi, merdeydi fazladan iş çıkmasın.

********

Sabah gün doğarken yatınca uyanamadım haliyle. Neyse ki, Cıvık’da uyanamamış da sabah sabah denize giren hanımlarımızı görmemiş. Bu tatil işi de ne acayip iş kardeşim. Başka zaman gözünden sakındığın hanımın elin heriflerinin önünde denize giriyor. Gerçi elin herifleri de bir dereceye kadar. Onları bir daha görmeyeceğim nasılsa.  Benim derdim Cıvık. O görmesin yeter. Gerçi uyanamayınca ben de Atiye’yi kaçırdım ama neyse ki, deniz kıyısına gidiyoruz. Denize çok denize girilir, yüzülür. İki ucu boklu değnek. Ula, benim niye aklıma gelmedi. Araba dolu kardeşim, ancak hanımını alabiliriz, deseydim ya. Basiretim bağlanmış.

İkimiz de denizin soğuk suyunu yiyip ayılınca yol hazırlığı başladı. Hanımlar her şeyi toparlayıp, yerleştirdiler. Yolda açılmasınlar diye çekmeceler, dolapların kapakları bantlandı. Bardak, çanak yerleştirildi. En son ana kadar Necati İle benim oturduğumuz şezlonglar da yerleşince yola koyulduk.

Bu akşam İzmir’de olacağız. Sağa sola takılmak yok. Bir iki Bergama sözü geçse de, gargaraya getirip kapattım. Bir daha taş, kaya, duvar izlemeye hiç niyetim yok.

İki tane yol çevirmesini hiç durdurulmadan atlatıp, İzmir’e giriyoruz.  

İzmir’de oyalanmayı düşünmüyoruz. Doğrudan Serdar abinin Urla’daki yazlığına davetliyiz. Zaten İzmir’de ne yapacağız ki. Bütün şehir çöp dağlarından geçilmiyor. Alt yapı yok, sular akmıyor. Kokunun içinde yaşıyorlar. Aptal bu insanlar! Hizmet istemeyene zorla mı vereceksin? Yaşarsınız işte böyle bokun içinde. Bir an önce camları, burnumuzu kapatıp kendimizi dışarı atalım.

Tüh be! Çevre yolunun girişini kaçırdık.  İzmir trafiği İstanbul’un kaç katı, biliyor musun? Boku yedik. Bir yandan çöp kokusu, bir yandan trafik. Abi, eşeğim ben, eşek. Cıvığa direksiyon verilir mi?

İzmir’in içine girdik zorunlu olarak. Sağda solda çöp dağları görünmüyor henüz. Yalnız, İzmir’e gâvur diyorlardı. Karşı yamaçlarda görünen mahallelerde bir sürü cami minaresi dolu. Var da, kullanmıyorlar demek ki.

– Ulan Cıvık,  girdin bari tam içine gir.  İzmir’e gidip, İzmir’i görmemişler dedirtmeyelim kendimize. Hem şu insanların sefaletini kendi gözlerimizle görürüz. Hep B haberden izleyecek değiliz ya.

Yavaş yavaş Alsancak yazan yöne doğru ilerliyoruz. Daha çöp dağlarını göremedik. Camları da henüz kapatmadık. Gerekirse kapatırız. Şimdilik hava mis gibi. Trafik gayet rahat. Herhâlde önemli biri gelecek. Bazı yerlerden şehir içine araba salmıyorlar. Allah’tan bizim geldiğimiz tarafta kısıtlama yokmuş. İşin yoksa arabanın içinde pinekle dur.

Kordon Kordon dedikleri buymuş, ha. Ortalık cıvıl cıvıl. Bu insanlar mutlu mu ya? Böyle cahillik mi olur, arkadaş? Önemli biri geliyor diye, bir günlüğüne çöpleri toplamışlar. Besbelli ona seviniyor mallar. Sen eve dönünce götünü neyle yıkayacaksın, ondan haber ver. Suyun mu var?

Sahil yolundan geçerek Çeşme otobanına çıktık. Yalnız çöp dağları da olmasa güzel bir şehir sayılabilir. Allah bugün İzmir’e gelen önemli kişiden razı olsun. Şansımıza bak, ne güzel denk geldik aynı güne. Hem trafikten kurtulduk, hem çöp dağlarından. Aslında bu adamları çalıştırmak için her hafta gelse, daha iyi olurdu. Hiç değilse haftada bir çöpleri toplanırdı. Ama o da ne yapsın?  Yedi düvelle baş ederken, buraya sıra gelmiyor, demek ki.

Neyse, uzatmayayım. İzmir’i bu şanslı günümüzde kolayca geçip, Çeşme otobanına çıktık. Ne dalgacı adamlar ya. Denize gitmek için oto yolları var. Başka hiçbir yere gitmiyor. Ne sanayiye faydası var, ne inşaata. Ondan sonra, paralar nereye harcandı? Allah’tan geçiş ücreti 3-5 lira. İstanbul’dan beri hiçbir otobana giremedik. Bari bir otoban görsün karavanım.

Urla çok güzelmiş. Herhalde İzmir’in ilçesi değil.  Gerçi hiç yüksek bina da göremedim. Daha buralara medeniyet uğramamış gibi. Elbet bir gün o da olur.

Telefonun navigasyonundan Serdar abinin yazlığını bulduk. Ulan, yoksa yanlış mı yaptık?  Yazlık değil, derebeyi arazisi. Bahçe kapısı otomatik açıldı. Eve kadar karavanla beş dakika daha yol gittik. Ya bu adam bizimle nasıl dostluk yapıyor? Aklım, sırrım ermiyor. Biz bunun kapısında çalışan, sofrasının kıyısında el pençe ayakta durması gereken insanlarız. Var bu işte bir gariplik. Adamın bizden mutlaka bir çıkarı var. Ama bu sefer kesin çözeceğim bu sırrı. Yok öyle yağma, Serdar efendi. Rıfkı’yı yolunacak kaz sanıyorsan, çok yanlış yoldasın. Adamın yolunu nasıl düzeltirler, öğretirim ben sana.

Serdar abim kocaman cüssesiyle evin dışında bizi bekliyor. Yanında da hanımı var. İkisi de sevinç içinde. Sanki eve paşa konuk geliyor. Ya saflar bu insanlar, ya da çok iyi rol kesiyorlar. Sevinçleri gerçek olacak değil ya. Arabadan iniyoruz. İkisi de bizleri çok iyi karşılıyorlar. Eşi bizim hanımları bağrına basıyor. Hepsiyle ayrı ayrı öpüşüyor. Serdar abi Cıvık’la bana sarılıyor. Hepimiz kaynaşmış bir halka gibiyiz.

Bir keresinde bir film izlediydim. Aslında film falan izlemem ben. Herhâlde hastanede rakı içemediğim dönemde sıkıntıdan takılmışımdır. Bir virüs bütün dünyayı ele geçiriyor. İnsanlar sapır sapır ölüyor. Herkes bez maske takıyor. Sarılmak, öpüşmek yasak. Hatta iyice abartmışlar. Birbirine bile bir metreden fazla yaklaşamıyorlar. İçimden o virüs olsaydı, bakalım bu kadar rahat sarılabilecek miydiniz, dedim. Nereden bir anda aklıma düştüyse? Bu bilim kurgucularında hayaline sınır yok kardeşim. Bazıları da saf saf bunlar olabilecek şeylermiş gibi izliyor. Hadi sen haftada bir kiliseye gitmezsin. Biz Allah’ın evine mi gitmeyeceğiz? Bunların işi hep kurma, hep düzen.

Gerçi benim de, bayramdan bayrama ama… Anaaaa,  kaç senedir bayramda da gitmedim ya.  İşten güçten atlamışım.  Döner dönmez ilk Cuma’ya gideyim. İzmirli miyim ben?

Serdar beyin havuz başında gölgelik verandada oturuyoruz. İzmir sıcak. Soğuk limonatalar, kolalar… Oğlanlar mideyi bozacak. Gören de hiç içmediler sanacak.

– Soğukları içince odalarınıza yerleşin de,  çocuklar havuza girip serinlesinler. Tabii siz de isterseniz…

Serdar bey, sen ne diyorsun? Biz bu sarayda mı kalacağız? Ya yanlış duydum, ya benzettim. Dur bakayım, doğruysa bir daha söyler, nasılsa.

Cıvık:

– Abi, zahmet vermeyelim. Karavanımız var. Karavanda yatma düzenimiz var.

– Sen aklını mı yitirdin Necati?  Ben kendime,  “konuğu gelmiş de, ev dururken arabada yatırmış.” dedirtecek adam mıyım? En ufak itiraz istemem. Odalarınızı gösterelim. Soyunun, dökünün. Mayolarınızı giyip gelin.

Tamam, karavanda sefillik çekeceğimize evde yatalım da; bu adam bizi bir gün kalıp voltalayacağız, sanıyor herhalde. Ulan, ne güzel havuz var. Karavanda kalsak bir kaç gün takılırdık. Şimdi utanma belasına,  yarın yine yola vuracağız.

Bir deneme yapayım bakalım:

– Gerçi itiraz istemem diyorsun ama güzel abiciğim, bu kadar adam. Kaç gün yük olacağız sana.

– İtirazın bu mu, Rıfkı biraderim. Reddedildi o zaman. İznin ne kadarsa bir gün önce çıkarsınız, buradan. Karavanla geldiğiniz de bir bakıma iyi olmuş. Sağa, sola giderken bir arabaya sığmayız. İki araba çıkarız.

Yok abiciğim, ben kesin kararımı verdim. Bunun altından bir şey çıkacak. Ulan, kardeş kardeşin evinde bu kadar rahat ettirilmez. Senin bizimle derdin ne ulan? Nasıl olsa yumurtlayacaksın. Ama bugün ama yarın. Hele bizden devletimiz aleyhinde bir şey iste, kendi evidir deyip, dalmıyor muyum yoksa eşek sudan gelene kadar dövüyor muyum? Yavşak herif.

Anaaaa, bu iş kötü oldu. Şimdi aklıma geldi. Benim bu gece sabaha kadar tuvalet aralığında gözlem nöbetim vardı. Ben şimdi kimi rönt… pardon yani gözlem yapacağım?  Eh, Serdar Bey, alacağın olsun. Tatilin şimdiden ağzına yaptın. İtiraz da ettirmiyor herifçioğlu.

Bari dönüşte ikna edeyim de, bir gece olsun karavanda yatalım. Otele mi geldik, karavan tatiline mi çıktık? Bir karavan keyfi süremeyecek miyim, arkadaş?

****

Ulan, başımıza talih kuşu kondu. Talih kuşu derken Serdar Bey’i kastediyorum. Tabii başımıza doğrudan kendisi konmaya kalksaydı, hiç şansımız olmazdı. Pestilimizi kurusun diye güneşe asarlardı herhalde.

Çocuklar havuzda çok eğlendiler. Bizim hanımlar haliyle çekingen davranıyorlar. Benimki Cıvık’tan utanıyor, Cıvık’ın hanımı benden utanıyor. Serdar’ı sallayan yok. Çünkü onu tatilden sonra nasıl olsa görmeyecekler. Bana kalsa elbiseyle girsinler diyeceğim ama bu ortam onu kaldırmaz ki! Her yerin bir yakışığı var. Burada hanımları elbiseyle havuza soksak, madara olacağız. Elbet kadınların denize girmesinin yasaklandığı günler de gelecek. O zaman kafamızı yormaya gerek de kalmaz. Hanımlardan yana bakmamaya çalışarak durumu idare ettik. Serdar bey durmadan;

– Arkadaşlar, bir dünya yol geldiniz. Siz de bir dalıp çıkın, yorgunluk falan kalmaz, dese de laf kalabalığına getirip girmedik. Yarına Allah kerim artık. Odalarımıza çekilince, hanım şaplak ata ata, ağlata ağlata çocukları yıkadıktan sonra, kendisi de yıkandı. O arada ben de zuladan iki tek indirdim mideye. Akşam yemeğinde var mı, yok mu, bilmiyoruz ki. Önlem almak gerek. Yoksa da işeme bahanesiyle odamıza taşınıp duracağız, demektir. Bahçeye çıktık sonunda. Cıvık’la karısı çoktan çıkıp havuz başındaki yemek masasına konuşlanmışlar bile. Ne zaman yıkandınız? Pis herif, gusül de almıyordur bu, o işten sonra.

Serdar bey ile hanımı bizi görür görmez ayağa kalktılar.

-Buyurun, buyurun. Allah ne verdiyse birlikte yiyelim. Siz bizim konuğumuz değil, ev sahibimizsiniz canım kardeşim.

Hanımı dersen, o da aynı. O da bizim hanıma yer açıyor. Bunların bu kadar konuksever, bu kadar saf oluşlarına hiç inanasım gelmiyor ya, hayırlısı olsun. Bedava peynir fare kapanında olur. Altından ne çapanoğlu çıkacak… 

Masada yok, yok. Allah ne verdiyse dedi ya, Allah bu herifi bayağı kayırmış. Sofrada deniz ürünlerinin çeşidinden geçilmiyor. Karides, kalamar, ahtapot salata… Balıklar ortada yok. O da sonradan gelecek belli ki. Ulan inşallah bizim dilenci nazlıları yememezlik etmezler. Hadi Necati ile benim meyhane kültürümüz var. Az çok biliyoruz. Bizimkiler karidesi, ahtapotu ancak kanal değiştirirken denk geldiyse televizyonda görmüştür. Rezil olmak da var, işin ucunda.

İlk kadehlerimizi hep birlikte kaldırıyoruz. Serdar bey, iyi ki Necati’nin akrabası olduğundan, iyi ki Necati sayesinde benimle ve güzel ailelerimizle tanıştığından dem vuran bir hoş geldin konuşması yapıyor. Karşılığında bir şeyler söylemek gerek. Bizim fös fös Necati iki lafı bir araya getirip belini kıramayacağı için o iş de bana düşüyor. Kadehimi elime alıp ayağa kalkıyorum. Benim çocuklar beni hiç böyle görmediler. Çocuklar babalarının, hanım da kocasının ne kadar önemli bir adam olduğunu görsünler. Bayağı gururlandım. 

– Bizler de Serdar Bey’imize bize bu güzel geceyi yaşattıklarınız için teşekkür eder, şu masa efradında icabında çoluğumuz, çocuğumuz efendim bilmukabeleler… Şerefinize…

Ulan yine kıyak konuştum be! Nereden öğrendim ben bu ağızları? Demek ki, içimde varmış. Gerektikçe çıkıyor alttan alttan. İnce ince demlenmeye başladık. Serdar abi eşine İstanbul’daki tanışma serüvenimizi, uzaylı arkadaşımızın öyküsünü anlatıyor. Hanımı hem gülüyor, hem de beğeni dolu gözlerle Cıvık ve bana bakıyor. Allah’tan bizim hanımlar kendi havasında. İkisinden biri, bu uzaylıyı biz niye görmedik, diyecek diye ödüm patlıyor. Korkarım bu muhabbetin sonu benden yeni bir öykü istemeleri ile son bulacak. Hiç hazırlığım da yok. Bakalım işkembe-i kübramdan ne çıkacak, ben de merak ediyorum.

O sırada bahçe kapısının sesini duyan Serdar bey, masadan kalkıyor. Üç tane amca yürüyüş yolundan bize doğru geliyorlar. Serdar Bey onları yarı yolda karşılayıp, hepsine ayrı ayrı sarılıyor. Birlikte masaya doğru yöneliyorlar. O zaman masadaki üç fazladan tabağı, çatal, bıçakları fark ediyorum. Anladım ki, bu geliş önceden tasarlanmış. Hoş gelmişler, sefa gelmişler. Masada su katılınca beyazlayan şeyden de, mezeden de bol bir şey yok. Herkese yeter, yani bozulacağımız bir şey yok. Fazladan üç kişinin bize zararı olmaz, hem de belki gargaraya gelir de öykü anlatmaktan yırtarım. Zaten hanımlar yalanımızı çıkarmadan zor dinleyecekler, diye korkuyordum.

Serdar Bey yeni gelenleri bizimle tanıştırıyor. Serdar Bey’in eşiyle zaten tanışıyorlar. Demek ki yeni gelenler bu evin yabancısı değil. Serdar bey;

-Recai abiciğim, Ethem abiciğim, Nurettin öğretmenim, işte bu size sözünü ettiğim Rıfkı kardeşimiz, bu da Necati biraderim. Aileleri ile birlikte konuklarımız.

Ulan, şerefsizin evladına bak. Ben de rakı masasında anlatılan masada kalır, diyerek bunu adam saydım da, bir sürü şey anlattım. Meğer sirk maymunu yapmış bizi herifçioğlu. Çok bozuldum ama şimdilik sesimi çıkarmayacağım. Şu sofra, şu havuz, şu beleş tatil olmasa ben bilirdim söyleyeceğimi. Ben ilkelerim için yaşarım arkadaş. İcabında sofrası, havuzu, tatili gözümde olmaz. Susuyorsam asaletimden. Daha balığı bile görmedik zaten. Acele etmiyorum.

Recai bey dediği muhterem,  emekli gazeteci imiş. Dükkanı mı ne varmış. Dükkanda yazı satacakmış. Allah akıl fikir versin. Yazıya kim para verir ki? Daha şimdiden batmış o dükkan. Ethem bey de, Nurettin bey de emekli imiş. İkisi de yazın ile uğraşıyorlar, diyor Serdar dallaması.

Ulan emekliler kahvesine düştük! Yazın ne demekse, artık. Bir de, bu yazın dedikleri edebiyat çıkarsa yandık. Bunlar sabaha kadar kafa ütülerler.

Emeklilerin rakı kadehleri de doluyor. Yeni gelenlerin hatırına kadehler yeniden kalkıyor. Serdar’dan sonra iki üç lakırdı etmem için başlar yeniden bana dönüyor. Bu kez gerçekten sıktı, bu konuşma işi… Ne yapayım, çaresiz yine ayağa dikildim.

– Bana ve Cıv… pardon Necati biraderime ve de bilhassa ailelerimize bahşettiğiniz bu kıymetli ziyafetin mühimi olmayıp, asıl mühimmat sizinle müşerref…

Ben daha da konuşurdum ama konuşmam Serdar Bey ve emekliler tarafından alkışlarla kesilince, çok beğendiklerini anlayıp kısa kestim.

-Saygın Rıfkı Bey, konuşmalarımızda olabildiğince Türkçe kullanmaya özen göstermemiz gerek.

Bunu söyleyen emekli öğretmen olan. Dakika bir, gol bir. Bu gidişle dalarım ben bu amcaya. Biz Arapça mı konuşuyoruz? Cillop gibi Türkçe konuşuyoruz. Bu masada bir daha ağzımı açarsam, ne olayım. Bitti artık, iki kuruşluk beleş kayıntı zevkimizin de içine etti.

Ben bu yeni gelenlerin üçünden de haz etmedim arkadaş. Entel dantel dedikleri cins, bunlar olsa gerek. Bana hiç gelmez. Ayrıca ajan tipi var üçünde de. Serdar Bey ile kafa kafaya verip konuşmaya başladılar.

– Abi, burs işleri nasıl gidiyor. Sıkışma varsa kaynak yaratalım biraz.

– Şimdilik bir sıkışma yok, Serdar. Burs alan öğrenci sayımız dört yüze yaklaştı. Ankara ve İstanbul öğrenci yurtlarımızın yapımı da son aşamasına geldi. Bu yıl 120 öğrencimiz yüksek öğrenimi bitirdi. Onlardan boşalan burslara yaklaşık 200 öğrenci daha alıyoruz.

Şimdi anlaşıldı Vehbi’nin kerrakesi. Anlaşıldı, hem de çok iyi anlaşıldı. Bunlar şebeke kurmuş çocukları zehirliyor. İyice neşem kaçtı. Kimlerin masasına düştük. Ulan Cıvık, Allah seni bildiği gibi yapsın. Senin bulaştığın bir şeyden hayır çıkmayacağını tahmin etmeliydim. Cıvık ne ki, akrabası ne olsun? Başlarım kayıntısına da, beleş tatiline de. Beleş tatile mi satacağım ulan, Türklük, Müslümanlık şuurumu. Serdar şerefsizi ısrar etse bile, bir haftadan fazla kalırsam namussuzum. Benim için önce namus.

Benim bütün neşem kaçtı arkadaş. Bu ne ya! Kırk yılın başında bir tatile çık, düşe düşe komünist, ateyiz, İngiliz ajanlarının yuvasına düş. Tatil bitince ben de sizi arkadan kelepçeyle sabaha karşı aldırmaz mıyım? Dur bakalım, tatil ne kadar sürecek? Ben bir hafta, bir hafta deyip duruyorum ama bakarsın yarın bizi sepetler herif. Yapar mı, yapar. Bu entel takımından herşeyi beklerim. Hem bir hafta, on beş gün kal diye söz ver, hem sözünü tutma. Delikanlılık bu kadar işte bunlarda. Sanki havuzunu mu yiyeceğiz? Havuzun kadar konuş, efendiii! Bakalım, ne kadar duracaksın sahte sözlerinin arkasında? Daha İstanbul’da ilk gördüğüm anda kanım ısınmamıştı zaten sana.

– Rıfkı kardeşim, durgunlaştın birden. Zaten yeterince dert var ülkede. Bu gece olsun, unutup güzel bir gece geçirelim. Hem abilerim de yabancı değil. Öyle çekingen durmayın lütfen.

Bir yandan da mezeleri, buz kabını önüme önüme sürüyor sahtekar. Ben de yedim sanki. Yarın sepetleyecek ya, onun yolunu yapıyor.

– Ne derdi varmış ülkemizin  Serdar abi? 

Bu kez hiç konuşmayan Ethem bey konuşuyor.

– Dert bir değil ki Rıfkı kardeşim. Ülke kaynaklarının har vurup harman savrulması mı dersin, mafya mı dersin, devletteki savurganlık mı dersin, demokratik haklardaki kısıtlamalar mı dersin, yaşam pahalılığı, alım gücünün düşmesi mi dersin, dış politikada yapılan ardı ardına gelen yanlışlıklar mı dersin, göçmen sorunu mu dersin?

Bunlar hangi ülkeden söz ediyor? Yahu bunlar hiç mi B haber dinlemiyor? İşleri güçleri çamur atmak. Kendi memleketini sevmeyen, dış güçlerin maşası entel danteller sizi.

– Canım abilerim, hiç iyi bir şey olmuyor mu bu memlekette? Tabii kendi kabuğumuzdan çıkıp bölgede söz sahibi ülke olunca haliyle sıkıntılar var. Büyük devlet olmanın bedeli bunlar.

Masada hava birden buza kesti. Koydum mu lafı, anasını satayım. Ağır geldi herhalde. Sahipsiz köy mü sandınız siz bu memleketi?

Serdar Bey hemen araya giriyor.

– Aman şurada güzel güzel söyleşeceğiz. Dostlarımızla güzel zaman geçireceğiz. Bu gece bu masada siyaset yasak. Hadi bakalım arkadaşlar, kadehimi yeniden konuklarımızın şerefine kaldırıyorum.

Neyse, Serdar dallamasının araya girmesiyle ortam biraz yumuşadı. Hanımlar da iyice gerildiler bu arada. Kolay mı, çenemi tutamazsam yarın tası tarağı toplayıp kuyruğumuzu araya kıstırıp it gibi sepetlenmek de var. Bundan sonra kendimi tutup söyleyeceklerimi tatilin sonuna saklayayım. Ayrılırken elbet bizim de söyleyecek iki çift sözümüz olur.

Nurettin bey;

– Aslında en büyük kıyımı Köy Enstitüleri’ni kapatarak yaptılar. Şimdi yüzyılların yoğurduğu Anadolu ekini ile her biri birer değer olabilecek insanımız, iletişim kurulamaz, bir yerden sonra eğitilemez, yozlaşmış yığınlar durumunda. Yazık, çok yazık.

Ne diyor bu dedem? Enstitü neymiş ulan? Biçki dikiş kursuyla mı kurtulacakmış memleket? Hepimiz düğme dikmeyi öğrendik mi, tamam. Hay Allah’ım, sen niye bazı kullarına aklı az verdin? Güler misin, ağlar mısın? Adam biçki dikiş diyor ya…

Artık bunları ciddiye almaya gerek yok. Ben de muhatap alıp, yanıt veriyorum. Beyin çoktan göç etmiş bunlarda. Bu biçki dikiş projesini duyunca gerginliğim geçti, birden. En iyisi, bunlarla ince ince dalgamı geçeyim ben. Hay Allah’ım yaa… Beni güldürdün ya, Allah da seni güldürsün dedem.

Masanın neşesi yeniden yerine geldi. Emekliler balıktan, müzikten, şiirden, romandan söyleşiyorlar. Ajan olmasalar, aslında bayağı tatlı, sözleri, söyleşileri dinlenir insanlar. Demek gidip geliyor ara sıra devreler. Biçki dikiş kursları kapatılmasaymış… Hala içimden gülüyorum.

– Recai Abi, vakıf çalışması ne durumda?

-Onu araştırdım. Vakıf düşüncesi bizim hareketimiz için çok usa yatkın. Ancak vakıf kurabilmek için vakfın tüzüğünde belirtilen amaca uygun bir düzenli gelir göstermek gerekiyor. Ayrıca mahkeme kanalıyla gelir kaynağının amaca uygunluğunun kanıtlanması gerekiyor. Yani eskilerin vakfiye dedikleri kavram.

Neeee? Vakıf mı? Yanlış duymadım, değil mi? Yoksa, ben bu abilerimi yanlış mı tanıdım? Vakıf diyor, adam.

– O zaman benim Yağcılar tarafındaki 273 dönümlük mandalina bahçesini vakfın üzerine devredeyim. O zaman sorun kökünden çözülmez mi?

(Yazarın notu:  Sevgili okurlar,  aslen yoksul olduğumdan öykü kişiliği olarak bile varsıllık nasıl bir şeymiş diye  merak ettim. Bağışlamanızı  dilerim.) 

-Şu anda kim topluyor ürünü?

-Bizim geldiğimiz yok, gittiğimiz yok. Baba yadigarı bir tüccar var. Her sene toplar, parasını hesaba yatırır.

Yok arkadaş! Eşşeğim ben, haza eşşek. Eşşeğin önde gideniyim hem de. Abilerim vakıfçı çıktı. Vakıf gibisi var mı? Yirmi yılda bu devlet vakıflar sayesinde dünya lideri olmadı mı? Vakıflar sayesinde gençlerimiz dinini, diyanetini bilen hamiyetperver müslümanlar olarak yetişmiyorlar mı?

Tühh ulan, eşşoğleşşek Rıfkı! Baltayı yine taşa vurdum. Benim bu canım abilerim vakıfçıymış, iyi mi? Nasıl yerden kaldıracaksın bakalım devirdiğin çamı,  Rıfkı dangalağı? Şimdi kalkıp ellerini öpsem çok mu ters düşer acaba?

Ben bu güzel abimin evinde 15 gün de kalırım, 20 gün de.  Kurban olduğum Serdar Bey’im, çok muhterem vakıfçı abim.

15 Eylül 2021

Serdar Hakyemezoğlu
6

Bu yazıyı da okuyabilirsiniz

Çocukluk Çağımız Daha Güzeldi Sadi Geyik

Anı

2 Yorumlar

  1. Tülay Çintosun

    Çok beğenerek okudum, devamını bekliyorum arkadaşım…

    0
  2. Serdar yine güldürdün. Rifkı ile Cıvık maceralarına devam etsinler. Arada bir biz de gülelim. Neticede biz de insanoğluyuz. Sorunları düşün,düşün, nereye kadar.

    Şaka bir yana mizahla ne güzel ülke tahlili yapmışsın. Kendini zengin olarak göstersen de. Vay kapitalist, nereden buldun bu havuzlu villayı? Kaç emekçinin emeğini sömürdün diye düşünsem de, garibanları evinde ağırladığın için affettim.

    Yalnız bizim komuta kademesi içeri girince koptum. Koptum sözcüğüne Nurettin öğretmenim kızar şimdi ama söyledim bir kere.Hayal bu ya. Bir gün sen Urla’da böyle havuzlu villada konuk edersin bizi. Biz de hazırlıklı geliriz.TDK Türkçe sözlüğü ezberleriz yani. Recai Bey hoşgörüye,Ethem Bey zaten hemşehrim o da hatamı görmezden gelir.Nurettin öğretmenim için de çalışıp gelince sorun çıkmaz. Yapılacak çalışmaları planlarız. Eline sağlık Serdar.Gercekten gülmek iyi geldi.

    0

Bir cevap yazın