Sıladan Gurbete Gönül Köprüsü 11. Bölüm Celalettin Ağırbaş

Almanya’ya Ayak Basma

3 Kasım 1969 akşamı, Türk konsolosluğunun bulunduğu Essen şehrine indik. Beş arkadaş kalmıştık. Hepimizin görev yerleri bu şehre bağlıydı. İçimizde Almanca bilen yoktu; ama hepimizin elinde birer küçük Türkçe-Almanca sözlük vardı. Bu sözlük yardımıyla, yakındaki bir otele yerleştik. Ertesi sabah, kahvaltıdan sonra yine sözlük yardımıyla otel görevlisine, Türk Konsolosluğu’na gitmek istediğimizi söyledik. Görev- linin çağırdığı bir taksi ile konsolosluğa gittik.

Konsolosluğun kapısındaki görevliye kendimizi tanıttık. Görevli hemen önümüze düşerek bizi Başkonsolosun bulunduğu dairenin kapısına kadar götürdü. İçeri alındık. Başkonsolos bizi çok sıcak bir şekilde karşıladı. Tek tek isimlerimizi, halimizi hatırımızı sorduktan sonra görev yapacağımız şehirler hakkında bilgiler verdi.

Arkadaşlar tanıdıkları vasıtasıyla görevli oldukları şehirlere gitmek üzere tek tek konsolosluktan ayrıldılar. Benim, Essen’e 20 km. uzaklıktaki Gelsenkirchen’e gitmem gerekiyordu. Ancak beni oraya götürecek tanıdık biri yoktu.

O gün, pasaport işlemlerini yaptırmak için konsolosluğa gelen Yozgatlı bir beyle tanıştık. Kendisinin de okul çağında çocukları olduğunu söyledi. Beni, arabasıyla evine götürdü. Eşiyle, çocuklarıyla tanıştırdı. Bir hafta boyunca misafirleri oldum. Bu arada, şehir idaresinde yapılması gereken işlerde bana tercümanlık yaptı.

3 Kasım 1969, Almanya’ya gelişimin ilk günüdür. Gelsenkirchen’de çalışan Türk işçilerin çocuklarını okutmak üzere görevlendirilmiştim. Birlikte geldiğimiz beş öğretmen arkadaşım gibi, ben de hiç Almanca bilmiyordum.

Bütün işlerimi tercüman aracılığı ile yapmaya çalışıyor, bir taraftan da Almanca öğrenmek için çaba gösteriyordum. Tercümana ihtiyaç duyduğumda, onları ancak tren istasyonunda bulabileceğimi söylemişlerdi.

İlk  görev  yerimi  ve  okula  başlama  gününü  öğrenmek için okul idaresine çağrıldım. Her zaman olduğu gibi, okul idaresiyle anlaşabilmek için bir tercüman bulmam gerekiyordu.

Tavsiye üzerine soluğu tren istasyonunda aldım. İstasyona  giren  çıkanları  uzaktan  izliyordum.  şapkalı, bıyıklı esmer birini gördüğümde yanına yanaşıp “Siz Türk müsünüz?” diye soruyordum.

Bunlardan birkaçı hiç bir şey söylemeden uzaklaşıp gittiler. Meğer, Yunanlılar, İtalyanlar da fiziksel olarak bize benziyorlar mı?

Nihayet, “Evet, ben Türküm.” diyen bir delikanlı buldum. Kendisine Almanca bilip bilmediğini sordum. Ağzından yarım yamalak “Evet” sözü çıktı. Çok sevindim. Derdimi anlattım. Benimle okul idaresine gelebileceğini söyledi.

Elimdeki adrese göre ilgili makama çıktık. Görevli Alman, bizi çok sıcak karşıladı. Önündeki, bana ait dosyaya bakarak bir şeyler anlatmaya başladı. Bizim tercüman sessiz dinliyor; arada bir “ja, ja” dese de bana hiç bir şey söylemiyordu. Bu defa ben araya girip adamın neler söylediğini bilmek istediğimi söyledim. Tercüman

“Bekle Hocam, ben sana hepsini dışarıda anlatırım” diyerek beni geçiştirdi. Canım sıkılmıştı; ama, belli etmemeye çalışıyordum.

Görüşme ve konuşma bir saat kadar sürdü. Görevli kişi bizi kapıya kadar uğurladı.

Bizim sözde tercümana döndüm: “Arkadaş, adam sana bir saat boyunca neler anlattı? Benim mutlaka bilmem gerekir.” dedim. Tercümanım sırıtarak yüzüme baktı. “Pek önemli bir şey söylemedi. Yarın “freitag” yani bayrammış, Almanya’da bayram günleri okullar kapalı olur, sen de yarın evde kalacak mısın,” diye cevap verdi.

İnanmak  zorunda  kaldım,  o  akşam  kaldığım  işçi heiminde uzun bir uyku çektim.

Bir Yanlış Anlaşılma

Ertesi sabah, saat on sıralarında kapı çalındı. Kapıdaki heimin görevlisiydi. Bana bir şeyler anlatmak istiyor; ama ben anlamıyordum. Yan odada kalan madenci çırağı genç arkadaşlardan birini çağırdım.

Görevlinin sözlerini tercüme eden genç, dün görüştüğümüz okul idarecisinin acilen beni çağırmış olduğunu söyledi.

Bu kez yanıma bu genci alarak tekrar okul idaresine gittim. Dün bizi güler yüzle karşılayan kişinin yerine sanki başka biri gelmişti. Konuşmasından çok öfkeli olduğunu anlamıştım. Yanımdaki genç bana döndü: ”Adam size çok kızmış. Görevinin daha ilk gününde işe gitmeyen bir öğretmeni kabul edemeyeceklerini söylüyor,” dedi.

Donup kalmıştım. Tercüman aracılığıyla, dün buraya başka bir tercümanla geldiğimi ve kendisinin bugün bayram olduğunu; bu nedenle de okula gelmeme gerek olmadığını söylediğini, anlattım.

Almanya’nın Gelsenkirchen GS. Danzigerstr. Açılan ilk Türk Sınıfı

Adam, sertçe bir şeyler söyledi. Halinden mazeretimi kabul etmediğini anlamıştım. Tercüman onun sözlerini bana çevirdi. Adam ”Hayır! Ben size, bugünün Cuma “Freitag” olduğunu ve cuma günü Buer’deki okulda göreve başlamanız gerektiğini söyledim,” demiş.

Kısa bir suskunluktan sonra, görevlinin yüz hatları değişmeye, ve gülmeye başladı. Meğer dünkü tercüman, Freitag’ı, Feiertag (Bayram) olarak anlamış. Yanlış tercüme etmiş.

Böylece ben de soğuk terler dökerek de olsa yanlış anlaşılmanın kurbanı olmaktan ucuz kurtulmuş oldum.

Önce merkez ilkokullarından birinde göreve başladım. Şehrin değişik semtlerinde kayıtlı yedi-on beş yaş arasındaki Türk öğrenciler otobüsle bu okulda toplanıyordu. Sayısı her gün artan bir grupla karşı karşıyaydım.

Eşim Nariye ile GE – Schloss Parkta

Ders programı, kitap, ders araç gereci yoktu. Gece yarılarına kadar çalışıyor; elle, kurşun kalemle, ertesi günü kullanacağım çalışma kağıtlarını hazırlıyordum. Almanca bilmemem problemlerin en başında geliyordu.

Haftanın üç akşamı dörder saatlik uzak bir şehirde Almanca kurslarına katılmaya başladım. Tercüman belasından kurtulmak için son gayretimle çalışıyordum. Üç ay sonra tercümana ihtiyaç duymadan kendi işlerimi halledecek kadar Almanca öğrenmiştim.

Bir yıl süren bu ağır tempolu çalışma sonucunda aşırı yoğunluktan kaynaklanan sağlık sorunları yaşamaya başladım. Neyse ki bu süreyi de kısa zamanda atlattım. Eşimi ve çocuklarımı yanıma almak için hazırlıklara başladım.

Önce Buer’de bir daire kiraladım. Gerekli ev eş- yasını ikinci elden temin ettim. Bu arada yaz tatili de yaklaşmıştı. Eşim ve çocuklarımın uçak biletlerini de alarak Temmuz 1970 de memlekete uçtum.

Büyük oğlum Ertan altı yaşını doldurmuş, okula başlama yaşı gelmişti. Ercan dört, Erdinç iki yaşındaydı.

Ailemi Almanya’ya getirebilmek için pasaport işlemlerine başlamalıydım. Eşimle yaptığımız değerlendirmeler sonunda, iki yıl sonra Almanya’dan geri döneceğimiz düşüncesiyle okul çağı gelen Ertan’ı Şavşat’ta anne-babamın yanında bırakmayı uygun gördük.

Eşim ve diğer iki çocuğumun pasaport işlemleri için  Artvin  İl  Emniyet  Müdürlüğü’nün  pasaportla  ilgili birimine başvurdum.

Önce çok yüksek miktarda harç ve pul parası istendi benden. Daha sonra akla hayale sığmayan başka belgeler…

Örneğin iki ve dört yaşındaki çocuklarım için, bankalarda borçları olmadığına dair belge, karakoldan, savcılıktan   sabıkaları   olmadığına   dair   belgeler.   istenen belgeleri ancak bir hafta içinde temin edebildim.

Pasaportlarımızı alarak önce İstanbul’a geçtik, oradan Almanya’ya uçtuk. Almanya’ya varmış; ama canımızın bir parçasını istemeyerek Türkiye’de bırakmıştık. Bu ayrılık bize çok ağır gelmişti. Ertan bir türlü aklımızdan çıkmıyordu. Nerede olursak olalım onu da hep yanımızda hissediyorduk. Bu duruma uzun süre alışamadık; ancak başka çaremiz de yoktu.

Şavşat – Artvin yolunda 1972
2

Bu yazıyı da okuyabilirsiniz

Çocukluk Çağımız Daha Güzeldi Sadi Geyik

Anı

2 Yorumlar

  1. Gelsenkirchen Wermelzkirchen’e yakın olmalı. İsim olarak yabancı gelmedi. İki boyutlu yaşam gibi hayatınız

    0
  2. FEVZİYE ŞİMDİ

    Almanya’ya gidilen ilk yıllarda sanırım çoğu Türk ailenin yaşadığı sorunlar. Gerçi Almanca bilgisinin olmaması sanırım günümüz için de geçerli. Ancak çocuklarını Türkiye’de bırakma olayı artık geçerliliğini yitirmiştir. Kaleminize sağlık.

    0

Bir yanıt yazın