SİNOPE’NİN ŞAH DAMARINA SAPLANMIŞ BİR HANÇER: Sinop Cezaevi
Atatürk’ün harf inkılâbını başlattığı şehirde, Türkiye’nin kaptan köşkündeyiz; Milat’tan önce 8.yüzyılda Ege kıyılarından gelen Miletliler tarafından kurulan ve ırmak tanrısının kızı Sinope’nin adı verilen Sinop’ta… Kendisine “bir dileğin var mı?” diye soran Büyük İskender’e “Gölge etme, başka ihsan istemem.” diye kafa tutan Diyojen’in doğduğu şehir burası.
Sineması ve trafik ışığı olmayan şehir… Biraz da sırtını memlekete döndüğün yer… Ya da memleketin bu şehre sırtını döndüğü yer mi desem acaba? Kuzeyin unutulmuş bu yıldızının bir tek giriş çıkışı var. Yarımadanın ana karaya bağlandığı bu yere Sinoplular “nokta” demişler. Bense, yüzünü Karadeniz’in hırçın sularına gömmüş peri kızı Sinope’nin incecik boynu dedim buraya. Sinop Cezaevi de olsa olsa bu zarif boyundaki şah damara saplanmış paslı bir hançer!
Dört bin yıl önce Gaskalılar tarafından yapılmış kalenin içinde yer alan bu cezaevini Evliya Çelebi de ziyaret etmiş ve buradaki zindanları Seyahatname’sinde anlatmış: “Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkumları vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkûm kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar.”
Artık ne kadarı doğru bilemiyorum ama şartlar öyle ağırmış ki, burada geçen bir gün iki gün yerine sayılıyormuş. Sadece iki kişi firar edebilmiş Türkiye’nin Alcatraz’ı dedikleri bu cezaevinden, bir kişi de firara yeltenmiş ama başaramamış ve denizde boğulmuş. Yine anlatılanlara göre, bu cezaevinin ziyaretçilere gösterilmeyen mahzenlerinde mahkumlar, yarı bellerine kadar suyun içinde yaşarlarmış. Bu nedenle de Sinop Cezaevi, suçlular arasında korku salmasıyla da ünlenmiş.
Buranın cezaevi olarak kullanıldığına dair en eski kanıtlar, 1568 yılına aitmiş. 1999’da cezaevi kapatılmış ve müzeye çevrilmiş. Buna göre, nereden baksanız 431 senelik bir cezaevi burası.
Beni hiç görmediğim bu şehre çeken de bu tarihî cezaevi işte. Leyli meccanide okuduğum yıllarda otobüsle çarşı iznine çıkarken arkadaşlarla hep bir ağızdan söylediğimiz Aldırma Gönül’ün yazıldığı bu mapushaneyi görmek için geldim onca yolu.
“görmesen bile denizi,
yukarıya çevir gözü:
deniz gibidir gökyüzü;
aldırma gönül, aldırma”
Denize bu kadar yakın olup da dışarıdaki deli dalgaları göremeden gökyüzüyle teselli olan o şarkıyı Sabahattin Ali’nin bulunduğu koğuşun kapısında dinlemek bambaşka bir duyguydu. Bu duyguyu anlatmam mümkün değil.
Mış, miş, muş, müş diye anlatması kolay, ama o paslı demirleri tutmak, girişteki zindanda birkaç dakika da olsa zaman geçirmek, bir an kendini özgürlüğü elinden alınmış bir mahkûm gibi hissetmek bile insanın içini karartıyor. Soğuk, rutubetli ve ışıksız zindanında kol kalınlığındaki zincirleriyle kimleri prangaya vurdular acaba? Sinop’tan döndükten sonra Ferhan Şensoy’un Pardon’unu bir kez daha izledim. Kimlere pardon dediler acaba bu hapishanede haksız yere yatırdıktan sonra?
Anketlerin dediğine göre Türkiye’nin en mutlu insanlarının yaşadığı bu şehrin zindanlarında, memleketin en mutsuz insanlarının yaşaması garip bir ironi… Duvarlarındaki özlü sözler de bana bir garip geldi nedense… Kitapsız yaşamak kör, sağır ve dilsiz yaşamaktır” sözünü oraya yazıyorsun ama yazarını, şairini, düşünürünü; kör, sağır, dilsiz zindanlara tıkıyorsun… Bu da bir ironi değil mi?
Tarihin sayfalarında yerini almış bu acılar evinden garip bir hüzünle ayrılıyorum, yine de insandan ve insanlıktan umudumu kesmeden; bahçedeki teselli ağacının iyiliğe, güzelliğe dair içimizdeki umudu yeşerten hikâyesiyle!
Aralık 2017
Seyhan CAN
- İz Bırakanlar Seyhan Can - 21 Kasım 2022
- Yeşil mi Gri mi,Bursa Şimdi Ne Renk? Seyhan Can - 12 Kasım 2022
- Doğu Ekspresi ile K’lar Kraliçesine Seyhan Can - 25 Mart 2022