1967 yılıydı, orta okul son sınıftaydım. Öğretim yılının son ayları idi. Türkçe öğretmenim Ağaçlar Ayakta Ölür, adlı tiyatroda görev alır mısın, diye sorduğunda hemen kabul ettim. Sonradan liseli abiler ve ablalarla oynayacağım oyunda, rolümün az oluşuna içten içe üzüleceğime aldırmadan…
Oyun ve yazarı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Yıllar sonrasında öğrenecektim, yazarının İspanyol yazar Alejano Cosona olduğunu. Dünya klasikleri arasında yer aldığını, duygusal komedinin iyilik ve sevgi kavramları taşıdığını… Daha önce de İlkokul 5. sınıfta Fakir Baykurt’un ”Karın Ağrısı” kitabından uyarlanan oyunda önemli bir rol almıştım. Oyundan sonra izleyiciler yanıma gelmişler; öğretmenime benim öğrenci olup olmadığımı sormuşlardı. Bu kadar güldürüye hakim bir oyunda, öğrencinin rol yapamayacağını sanıyorlardı. Bu övgüler ile öğretmenim Nail Güneş’in ve ailemin yanında koltuklarım kabarmıştı. Oyun toplumsal gerçekleri, taassubu, cahilliği, insanların manevi dünyasını çok güzel dile getiren bir komediydi. Geleneksel Fakir Baykurt klasiği…
Oyunun sergileneceği gün, anneme okula gideceğimi, tiyatroda oynayacağımı söyleyerek evden çıktım. Tiyatronun akşam üzeri oynanacağını sanıyordum. Oysaki önce prova yapılacak, sonra oyun oynanacakmış. Eve de haber verememiştim. Ev ile okul arası en az yürüyüş mesafesi 20 dakika idi. Okulun sahnesi küçüktü. Hele arkasındaki küçük bölümde beklemek daha da can sıkıcıydı. Beklerken sıcaktan boncuk boncuk terler döküyorduk. Şimdiki gibi küçük pet şişelerde yok ki, su içesin. Akşam olmuş, hava kararmıştı. Sıra benim hasta bakıcı rolüme gelmişti. Sahneye büyük bir sanatçı edası ile çıktım. Sert gözlerle sahnedekileri süzdüm. anki onların yaptıklarını onaylamıyormuş edasında bir cümle söyleyip karşı kapıdan sahneyi terk ettim. Uşaklılar tiyatroya ne kadar meraklıymış, düşüncesini kafamdan geçirdim. Çünkü salon tıklım tıklım doluydu, Oyun, bitmeyecekmiş gibi gelen dakikalar sonunda, alkışlar eşliğinde bitti. Oyunda görev alan öğrenciler ve öğretmenlerin resim çekme faslı da bitti. Saat gece yarısına geliyordu. Beni bir kederlenme aldı. Şimdi eve nasıl gidecektim? Kimseye de derdimi söyleyemiyordum. Bunun ailesi yok mu, demezler mi adama? Nerden bilecekler, babacığımın gece vardiyasında, Kara Yolları şubesinde bekçilik yaptığını? Anacığımın kalp hastası olduğunu, evdeki üç küçük kardeşimi bırakıp gelemeyeceğini.
Kazın ayağının sanıldığı gibi olmadığını anlamaya başlasam da, olan olmuştu. Kafamda kazan kaynıyordu. İçimde bulunduğum durumdan kurtulmak, rahatlamak istiyordum. Her şeyi göze alıp, dudaklarımda bin bir dualarla okul bahçesine çıktım. Beş altı liseli Aralarında konuşuyorlardı. İçlerinde Rabia ablayı görmüştüm. O beni tanımazdı ama ben onu Gülşen ablamın arkadaş olarak biliyordum. Evleri Keleter Camisi ve aynı isimle anılan çeşmenin karşısındaki, iki katlı ahşap binaydı. Birkaç kez o çeşmeden testiyle içme suyu taşımıştım. Onu uzaktan da olsa görmek beni çok sevindirmişti.
Burada yapılacak en doğru iş ona çaktırmadan peşine düşmek, kenardan köşeden sezdirmemeye çalışarak arkasına düşmekti; öyle de yaptım.
İsmet Paşa caddesi boyunca onları takip etmeye başladım. Uşak Park’ının köşesinde durdular. Ben de Ziraat Bankası’nın karaltısında… Onlar yüz metre giderken, bazen ben onların önüne geçip, takip edildikleri düşüncesine varmalarını istemiyordum. Bazen kenarda kalıyor, bazen de görülecek yerde kalmamaya çalışıyordum. Derken Ulu Cami’nin sol tarafındaki yola saptık. Bedriye ablalar da iki kişi kalmıştı. Yılancıların Hanı önünde ilerlerken yolumuz çok az kaldı, diye seviniyordum. Onlar birden yol çatalında sağa dönmezler mi? Ödüm koptu. Daha nerden baksan 300 metre yol vardı, eve gelmeye. Yalnız başıma, ileride ikinci soldaki Çatı Sokağı’na doğru yürürken; şimdi, bu saate babam burada beni görse kemiklerimi kırar, diye düşünmeden edemedim. Bu benin içine düştüğüm ilk durum değil ki. Kendi düşüncelerimin doğrultusuna yürümekten hiç bıkmadım. Bıkacak gibi de görünmüyordum. Tedirgin bir halde eve doğru yürürken, daha önce buna benzeyen bir anımı düşünmeden edemedim.
İlkokul 4. sınıftayız. Okul müsamere çalışmaları yapılıyor. Aynı zamanda halk oyunları seçmeleri de
var. Ben geri durur muyum? Seçmelerde, sen oyun başı ol, dedilerse de; ben ikinci sırada olmak istedim nedense. Müsamere İstanbul Sineması’nda yapılacak. Hepimizde bir heyecan var ki, değme gitsin. Çocuk aklı işte.
Sahneyi gözümüzde çok büyütmüştük. O gün içimiz içimize sığmıyordu. Anneme okul müsameresinde oynayacağımı söyledim. Zaten milli oyunları kıyafetini beraber belirlemiştik. Rahmetli yengesinin köylü kıyafetlerini, poşusunu ayarlamıştık. Annem, akşam nasıl döneceksin, diye sorduğunda, öğretmenim getirir, dedim. Evden ayrıldım. Gece boyunca sahnenin altında kaldık. Ancak bir ara tuvalete zor gidebildik. Sıra halk oyunlarına gelmişti. Büyük bir coşkuyla oyunlarımızı oynadık. Seyircilerden gelen alkış sesleri ile mutlu olduk. Sahneden indik. Herkesin bir yakını gelmiş, çocuklarına sahip çıkıyorlardı. O da ne? Benim öğretmenim ortada yoktu. Biraz önce işi çıkmış ve sinemadan ayrılmış. Haktır sana Hamide! Öğretmenime yalnız geldiğini söylememiştim ki…
Yüzümden düşen bin parçaydı, her yanımı sıkıntıdan terler basıyordu. Kenarda öylece kalakaldım. Sinema salonu epeyce boşalmıştı. Okul müdürümüz ve iki öğretmen ile birkaç veli kalmıştı. Yasa gömülmüş gibi dururken bir mucize olsun istiyordum. Birden müdürle konuşan öğretmen bana döndü. Seni alamaya gelen var mı, diye soruverdi. Öyle sevindim ki! Yüzümdeki somurtkanlığı atarak heyecanla, kimse gelmedi, deyiverdim. Saçları kırlaşmış, biraz toplu, uzunca boylu öğretmen, seni evinize ben bıraksam, evinizi bulabilir misin, diye sordu. Hemen koşarak yanına gittim, sevinçle; evimizi bulurum, öğretmenim, dedim. Halimden anlarcasına sırtımı sıvazladı. Elimden tuttu. Babacan bir tavırla, haydi evinize gidelim mi, dedi. Elleri öpülesi öğretmen ile yola düştüm. Sonradan öğrenecektim, adının Mehmet Şahin olduğunu. Adın ne önemi var? İnsan öğretmenim, insan. Küçük bir çocuğun kalbini görmüştü. Sokağımıza döndük. Her aşamada, doğru gidiyor muyuz, diye soruyordu. Kapısında 7 rakamı olan evin önüne geldik. Burası bizim evimiz ,dedim. O teyit edercesine; emin misin, diye sordu. Başımı salladım; eminim, dedim. Yıllara meydan okumuş, büyük tahta kapıyı açarak ipi çektim. İçeri girdim. Öğretmen evdeki sessizlikten mi, bilemediğim sebepten mi, tekrar sordu. Olumlu cevabı alınca, iyi geceler kızım, kapıyı sıkıca kapat, dedi. Bense, içimdeki minnet duygusu ile gülümseyerek gözlerinin içine baktım. Teşekkür ederim öğretmenim, iyi geceler, deyip kapıyı kapattım. Evimize gelmiştim. Çok mutluydum. Rahatlamıştım. Ömrüm boyunca Mehmet öğretmeni unutmayacaktım. Kapının sürgüsünü geçirdim, merdivenlerden yukarı çıktım.
Üç yıl önceki anılarımı düşünerek yürürken yol da bitmişti. Düşüncelerimden sıyrıldım , çünkü kapımızın önüne gelmiştim. Üç yıl önce olduğu gibi, kapının ipini çektim. Soluğumun kesilmiş gibi olduğunu fark ettim. Ama artık evimizin güvenli çatısı altına girmiştim. Büyük bir yükten kurtulmanın huzurunu iliklerimde hissettim.
Hamide SÖNMEZ
Emekli öğretmen
- Nal Seslerinde Korku! Hamide Sönmez - 8 Temmuz 2022
- Arda İle Kocatepe’de Hamide Sönmez - 6 Haziran 2022
- Tiyatro Aşkı Hamide Sönmez - 5 Mayıs 2022