Orta Asya’da, Çin’in kuzeyinde tarih sahnesine çıkan Türkler, tarihin en eski ve en önemli aktörlerinden biri olmuşlardır. Efsaneye göre Ergenekon’dan çıktıktan sonra üç kıtaya yayılmışlar. Yemen’e, Hindistan’a Balkanlar’a, Baltık’a, Rusya ve İran’a giden Türkler yerel kültürler içinde eriyerek Türklüklerini yitirmişler. Anadolu’ya gelenler ise özümlenmemiş, özümleme yapmışlar. Onlarda öyle sanıyorum özgün bir kültür üretememiş olmalarından olsa gerek, başka ulusların diline ve inancına öykünür olmuşlar. Anadolu Selçuklu, Osmanlı İmparatorluğu devletlerinde acı deneyimlerle yaşanan bu durum, ders almadığı için, yazık ki Cumhuriyet’te de yaşanıyor. Tarih yineleniyor. (Tekerrür ediyor.)
“Anadolu’da Türk-İslam medeniyetinin yapılanmasında Danişmendoğulları Devletinin büyük hizmetleri olmuştur. Orta ve Kuzey Anadolu’da 100 yıl egemen olan bu devlet, 1071 Malazgirt utkusundan hemen sonra bilge bir kişi olan ve bilge bir aileden gelen Danişmendoğlu Melik Ahmet Gazi tarafından kurulmuştur. Bu yönüyle Türkiye (Anadolu) Selçuklularına öncülük etmişlerdir. Türkiye Selçukluları Devletinin kurucusu Süleyman Şah’ın dayısı olan Danişmendoğlu Melik Ahmet Gazi, çevresine bilge kişileri toplayarak, ülkesinde erken sayılabilecek bir tarihte bilimsel-kültürel etkinlikler başlatmıştır. Oğulları ve torunları da onun yolundan giderek bu alanda çalışmalar yürütmüşlerdir (1)”
“Anadolu’da ilk olarak Türkçe yazma geleneği bu dönemde Amasya’da başlamıştır (1-31)” “Danişmendoğulları Türk ulusal kültürüne çok önem vermişler ve Türklük ülküsünü ülkelerine egemen kılmışlardır. Sanıldığı gibi Anadolu’da Türkçe yazma geleneği Karamanoğulları Devleti’nin (1250-1487) Türkçeyi resmi dil ilan etmesiyle başlamış değildir. Aslında böyle bir resmiyet de yoktur(1-45.46)”
“Danişmendoğullarından Türkiye Selçuklularına geçen bu aydınlanmacı ulusal kültür, babası 1. Alaaddin Keykubat’a suikast düzenleyerek iktidara gelen A. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında kesintiye uğrar. Keyhüsrev, İrani çevrelerin desteklediği şehzadeydi. İktidara gelince Türk çevreler üzerinde şiddetli bir dini ve düşünsel baskı kurdu. Türklerin dini ve kültürel düşüncesini yok etmeye kararlıydı. Nitekim iktidara geldiği yıl, yani (1237(635) yılında Eğirdir’de yaptırdığı hanın yazıtında (kitabesinde) kendisini zamanın Keyhüsrev’i (İran padişahı), Zülkarneyn’i (Arapların kralı) ve İkinci İskender’i (Rum kralı) olarak betimlerken, Türkleri kafir ve müşriklerle (Tanrıya ortak koşan) bir tutarak onları, kendisine itaat etmeyen, serkeş, zındık, asiler-zorbalar diye anmakta, kendisini onları ezen, göz açtırmayan, iflahlarını kesen bir hükümdar diye tanımlamaktadır. Pek çok Türk ileri geleni öldürttü. Baba İlyas, Emirce Sultan, Ahi Ahmet bunlardan birkaçıdır (1-37)”
Kendileriyle amansız bir biçimde mücadele edilen, hizmet yerleri ellerinden alınıp Moğol işbirlikçisi Mevlana ve yandaşlarına verilen, Mevlana’ya bağlanmaya zorlanan pek çok Ahi ve Türkmen Bilecik, Söğüt gibi uç bölgelere (Bizans sınırı) göçerek Osmanlı’nın altyapısını hazırlayacaklardır (1-261)”
Gerçekte Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu ve yapılanmasını sağlayan fikri dinamiklerin başında Şeyh Sadreddin Konevi (637-1275) ve öğrencilerinin Anadolu’da başlattıkları Ekberiye Hareketi, Ahi Evran diye tanınan Kırşehirli Hace Nasreddin Mahmud el Hoyi’nin (Bildiğimiz Nasreddin Hoca) (659-1261) baş mimarı olduğu Ahilik Hareketi ve Hace Bektaşi Horasani (Veli) (669-1271) okulundan yetişen Bektaşilik Hareketi bulunmaktadır. Bu üç dinsel ve düşünsel akım Orta Anadolu çıkışlıdır. Her üç akımın pirleri olan Sadreddin Konevi, Nasreddin Hoca ve Hace Bektaşi Veli çağdaş olup, aralarında sıkı dostluk, gönüldeşlik ve ülküdaşlık oluşmuştur. Zaman zaman bir araya gelip görüşmeleri olmuş ve mektuplaşmışlardır. Bu pirler o dönemde Anadolu’yu işgal eden Moğol iktidarı ve bu işgalci gücün hizmetinde olan işbirlikçi yöneticilerle mücadele etmişlerdir (1-259)”
“Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenleri Türk kelimesini hiç kullanmadıkları gibi, bu kelimeyi neredeyse öcü gibi telakki etmiş ve kendilerine Türk denilmesini adeta bir tür tahkir (aşağılama) gibi algılamışlardır.(2)” Türk’ün Türk’e düşmanlığı, Türk egemen sınıfının başka kültür (burada Fars-İran) etkisiyle kendi halkını güç kullanarak diliyle ve inancıyla özümlemeye-asimile etmeye çalışması Türkiye Selçukluları ile bitmedi.
*
Osmanlı’nın altyapısını hazırlayan akım ya da düşünce sistemlerini birinci bölümde görmüştük. 1299-1300 yılında kurulan Osmanlı Devleti, Sultan I. Murat (Hüdavendigar) (1326-1389) Kosova savaş alanında Saray tertibi ile öldürülünceye kadar, sadece 90 yıl Türk yönetiminde kaldı. Sultan Murat öldürülünce Hıristiyan eşinden olan oğlu I. Bayezid padişah ilan edildi. Türk eşinden olan oğlu Yakup “Baban hasta” diye Amasya’dan çağrılarak boğduruldu. Böylece devlet Hıristiyan unsurların eline geçmiş oldu (3)”
Osmanlı’da Türkmen atlılarından oluşmuş ordularla gerçekleştirilen başarılar, büyüme, belirli bir noktaya ulaşınca, tıpkı daha önce Müslüman-Türk devletlerinde olduğu gibi Türk’ün Türk’e düşman kesilmesi biçimindeki trajik çelişki Osmanlılarda da hemen ortaya çıkmıştır (4)” “Fatih, Türk tarihçilerinin iddia ettikleri gibi atalarının göçebe çoban kabileler olarak Tatarların, Moğolların, Oğuzların bulunduğu bölgeden (Orta Asya’dan) geldiğine inanmıyordu. Fatih Sultan Mehmet ailesinin, Bizans İmparatorluk Ailesi Komninoslar’dan geldiğine inanıyordu.(5)” Osmanlı Devleti İstanbul’un alınışından sonra çok uluslu bir devlet olunca Türkmenlerin denetiminden çıkmış oluyordu. Katip Çelebi’nin de “Fezleke”sinde belirttiği gibi yüksek makamlarda bulunan Türklerin silah ve üniformaları ellerinden alınıp devlet hizmetinden uzaklaştırılmışlardır (5)”
Türkçülerin İstanbul’u aldı diye bayrak yaptıkları Fatih, Türklere bunu yapıyor. Bayrak yapılan ikinci padişah olan Yavuz Sultan Selim daha da ileri giderek Türkleri Araplaştırmak için katliamlar yapıyor, 40 bini aşkın Türk’ü kılıçtan geçiriyor. “Yavuz Sultan Selim’in, halifeliği zorla da olsa aldıktan sonra, yönetim ile Türk unsur arasındaki anlayış ve ideoloji ayrılığı açık şekilde çelişmiştir. Şeriata dayalı yönetim anlayışı üst yönetime egemen olur iken, Anadolu’da yaygın olan Alevilik sayesinde Türk dili ve Türk kültürü kendini korumak olanağı bulmuştur. Yönetimin Anadolu’yu dil aracılığıyla Araplaştırmasına ve Acemleştirmesine karşı olan bu halk, yok edilmek istenmiştir. Bu nedenle Anadolu’da öldürülen Türk sayısı, Yavuz Sultan Selim zamanında 40 bin kadardır. Bu gerçek Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk halkından koptuğunun açık bir kanıtıdır (3-262)“
“1740 yılında İstanbul’da doğmuş Ermeni asıllı tarihçi İgnatius D’ohsson da Avrupalılarca uzun yıllar Osmanlı tarihi ve sosyo-politik yapısı konusunda tek kaynak sayılmış birkaç ciltlik kitabı “Osmanlı İmparatorluğunun Genel Tablosu” adlı kitabında, “İmparatorluğun bütün halkı “Osmanlı” adıyla çağırır ve bunlar Avrupalıların kendilerine neden “Türk” dediğini bir türlü anlayamazlardı. Bu sözcüğü (Türk sözcüğünü) en ağır bir hakaret saydıkları için imparatorluktaki yabancılarda kimseye “Türk” diye hitap edemezlerdi. ” diye yazmıştır (6)”
*
“Türkçülerin ve İslamcıların bayrak yaptığı üçüncü padişah, Sultan Abdülhamit’tir. “Abdülhamit’in Araplara ve İslamiyet’e dayanan siyaseti, Türkü, Türkçüleri baş düşman olarak görmekteydi. Onun zamanında “Türküm” demek, Türk’ten söz etmek büyük suçtu (7)”
“Osmanlı tarihi boyunca, yazınsal açıdan olsun, Dede Korkut Öykülerinden hiç söz edilmemekte, Türkçe’deki düzyazı edebiyatının ilk örneklerinden olduğu bile söylenilmemektedir. Büyük bir olasılıktır ki, Dede Korkut Öyküleri, Osmanlıların atalarının da göçebe Oğuz boylarından olduklarını tanıtlayıcı nitelikleri yüzünden yüzyıllar boyunca sakıncalı bulunmuştur ve yazıya geçirilmemiştir, yayımlanmamıştır. Dede Korkut Öyküleri’nin Türk dilindeki ilk yayımı, ne acıdır ki, ta 1916 yılında ve Dresden’deki el yazması kopyasından alınarak Kilisli Rifat tarafından gerçekleştirilmiştir (8)”
“Yüzyıllar boyu Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde kalmış ve nice onarımlar görmüş, bakılmış, geliştirilmiş, örneğin Mekke, Medine bir yana, Bağdat, Kudüs, Şam, hatta Halep, kesinlikle hep Arap olmuştur. Falih Rıfkı Atay, Birinci Dünya Savaşı yıllarında gittiği Arabistan için, Kudüs için, “Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizden değildi.” demektedir. Yani, Osmanlı İmparatorluğu’nun önemli kentleri olan Halep, Bağdat, Kudüs Arap’tır; Sofya Bulgar’dır; Atina, Selanik Yunan’dır; hatta İzmir Rum’ dur. Galiba birazda, Osmanlılaştıracağız derken acaba Türkleşmesine mi yol açarız diye korkulduğu için olsa gerek (8-118-119)”
“Niyazi Berkes, Ziya Gökalp’in bir sözü üzerinde duruyor. Gökalp devşirme çocukların yüksek yönetici olmak için devam ettikleri Topkapı Sarayı’ndaki Enderun Mektebi’yle medreseleri karşılaştırırken, birincisinin Türk olmayanı alıp Türk yapmaya çalıştığını, ikincisinin Türk’ü alıp Türk olmayan (Arap) haline getirdiğine işaret ediyor. Gerçekten de dine dayalı olduğunu ilan eden bir ülkede cebbeced (anadan doğma) Müslüman olanlar askerlik ve yönetim işlerine karıştırılmıyorlar, fakat Hıristiyan olan bir ailenin çocuğu ülkenin yazgısını yönetiyordu (9)“
Vahdettin. İstanbul işgal edilince Mustafa Kemal ve arkadaşlarının “Anadolu’ya geçip düşmana karşı mücadele edelim” önerilerini geri çevirmiş. Milli mücadele başladıktan sonra İngilizlerin parasal desteği ile Anadolu’da Kuvayı Milliye’ye karşı isyanlar çıkarmış, üyelerinin idam kararlarını onaylamış. İngiliz gemisiyle yurtdışına kaçtıktan sonra yayınladığı bildiride Kuvayı Milliye karşıtlığına devam etmiştir.
Yüzyıllarca terk edilmiş, asker ve vergi deposu olarak kullanılmış, okuma-yazma oranları çok düşük düzeyde, kadınlarda sıfıra yakın olan Anadolu halkı bunun sonucu olarak inancının gereklerini de bilmiyordu. Cumhuriyeti kuran kadro halk dinini doğru kanaldan öğrensin diye Diyanet İşleri Başkanlığını kurdu. Öte yandan okuma-yazma oranı arttıkça inancının doğrudan kaynağından öğrensin diye Türkçe Kuran, Türkçe ezan, yani Türkçe din diline yöneldi. Din dilimiz yeniden Arapça yapılınca Diyanet ve her camide açılan Kuran Kursları, yine sözde iyi niyetle açılan İmam Hatip okulları, İlahiyat fakülteleri Türkiye Selçukluları ve Osmanlı’da kılıç zoruyla yapılan özümlenme-asimilasyon demokrasi aracıyla, cahil halkın sırtına binilerek yapılmaya başlandı.
![](https://i0.wp.com/www.yazidukkani.com/wp-content/uploads/2021/04/serbest-fikra-mitingi.jpg?resize=363%2C207&ssl=1)
“Ali Fethi Okyar (1880-1943), çok partili siyasal yaşamın ilk denemesi olarak 12 Ağustos 1930 tarihinde “Serbest Cumhuriyet Fırkası” adlı bir parti kurar. Ne kadar Cumhuriyet düşmanı varsa bu partide toplanır. Bunun üzerine Fethi Okyar kendisi kurduğu partiyi 17 Kasım 1930’da kapatır. ”Şunu da hemen belirtelim ki, S.C.F’nın Türk siyasal yaşamındaki yeri bilimsel açıdan ele alındığında Demokrat Parti’nin anlaşılmasında da aydınlatıcı bir nitelik taşıyacaktır. S.C.F toplumsal tabanı ve bazı eğilimleri bakımından Demokrat Parti’nin özellikle ilk yılları ile büyük benzerlikler göstermektedir. Öte yandan, Demokrat Parti’nin gerek üst düzeydeki ve gerekse taşra örgütündeki yöneticilerinden bir bölümü siyasal yaşama önce S.C.F. içinde atılmış bulunmaktadırlar (3-13)”
![](https://i0.wp.com/www.yazidukkani.com/wp-content/uploads/2021/04/Ataturk_and_Fethi_Okyar.jpg?resize=385%2C267&ssl=1)
Gelelim Demokrat Parti’ye. “Ne kadar Atatürk düşmanı ve Atatürk kırgını varsa ülkede, DP’de toplanmıştır. Dincisi, ırkçısı, taşra tüccarı ve toprak ağası, küçük kent ve kasaba aydını bir aradadır. Menderes, daha göreve başlar başlamaz, hemen tekke ve zaviyeleri kapatan 1925 tarihli yasada değişiklikler yapıp, 19 türbenin halka açılmasını sağlamıştır; eğitim yasasını değiştirerek, dini eğitim yapacak okulların kurulmasına yeniden olanak vermiş ve daha ilk yılda tam 7 ilde birden İmam-Hatip Lisesi açmıştır; Kuran kurslarının cami avlularında pıtrak gibi çoğalmasına, tarikatların yeniden faaliyete geçmesine, yeni yeni tarikatların kurulmasına (Said-i Nursi, Nurculuk tarikatını 1952 yılında kurmuştur), örgütlenerek ülke içinde yayılmalarına göz yummuş, dolaylı olarak izin vermiştir. Daha da ilginci, nerdeyse. DP iktidarının ilk işi olarak, üstelik de, TRT’ deki “Demirkırat” dizisinden öğrendiğimiz kadarıyla, Celal Bayar’ a rağmen, türlü arsızlıklar yaparak ezanın artık Türkçe değil, yeniden Arapça okunmasını sağlamıştır. Şevket Süreyya Aydemir de, bu olayla ilgili olarak, “Ezan Türkçe değil, Arapça okunacaktır sözleri ile halkın karşısına çıktığı zaman, ta Meriç’ten Ağrı’ya kadar köyde, kentte; o güne kadar sinmiş olan mollalar bu kararı tekbir ve tellal sesleriyle karşılamışlardır. Hatta Meclis’te CHP bile bu dalgaya uymak zorunda kalmıştı.” diye yazmaktadır. (İkinci Adam, c.111, s.91, Remzi Kitabevi, İstanbul 1968) (4-171)”
![](https://i0.wp.com/www.yazidukkani.com/wp-content/uploads/2021/04/Liberal_Republican_Party.jpg?resize=389%2C306&ssl=1)
Türk’ün hali
“İlk ders beni şaşırtmıştı. Bu bölük, o zamanki milletin bir parçasıydı. Hepsi de Anadolu köylüleriydi. Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. Halbuki bu gördüklerim sadece cahildiler.
Fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu. Daha ilk sual cevaplarda anlaşıldı ki, bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı.
‘Biz hangi milletteniz’ deyince her kafadan bir ses çıktı:
‘Biz Türk değil miyiz’ deyince de hemen, ‘Estağfurullah’ diye karşılık verdiler.
Türklüğü kabul etmiyorlardı.
Oysaki biz Türk’tük. Bu ordu Türk Ordusu’ydu. Türklük için savaşıyorduk. Asırlarca süren maceralardan sonra son sığınağımız ancak bu Türklük olabilirdi.
Fakat ne çare ki bu “biz Türk değil miyiz?” diye sorunca “Estağfurullah” diye cevap verenlerin görünüşe göre Türk demek Kızılbaş demekti.(…)
Dininde, milliyetinde birleşmiş olmayan bu bölük, dersler ilerledikçe görüldü ki, devletin şeklini, devletin adını, padişahın ismini, devletin merkezini, başkumandanını ve onun vekilini de bilmemektedir.
Hele iş, vatan bahsine dönünce büsbütün karıştı. Kısacası, vatanımızın neresi olduğunu bilen yoktu. Yahut da bütün bilgiler, belirsiz, köksüz, şekilsiz ve yanlıştı…”
Şevket Süreyya Aydemir (1897-1976), hayat öyküsünü yazdığı “Suyu Arayan Adam” kitabında böyle anlattı Türkleri…
Falih Rıfkı Atay (1894-1971), “Batış Yılları” adlı eserinde kendi kuşağını Osmanlı’nın son çocukları olarak tanımladı:
“Kendime ilk defa ne zaman ‘Türk’ dediğimi pek hatırlamıyorum. Bizim çocukluğumuzda ‘Türk’, kaba ve yabani demekti. İslam ümmetinden ve Osmanlı idik. İlmihallerde baş dersimiz ‘din ile milliyetin bir olduğunu’ öğrenmekti.
‘Vatan’ sözü yasaktı. Onu ben büyüyüp de Namık Kemal’i okuduğum günlerde kitapta gördüm. Kulağımla ancak Meşrutiyet’te duydum.
Biz padişah kulları idik. Okul çıkışlarında her akşam sıraya girer, ‘Padişahım çok yaşa’ diye bağırırdık…”
Buraya kadar yazdıklarımın kuşkusuz amacı var:
Mustafa Kemal de, Osmanlı’nın son kuşağındandı. Türk’ün, Osmanlı iktidarı tarafından nasıl aşağılandığını yaşadı. Osmanlı münevverlerinin Babıali’de “Türk” sözünü Arap aksanıyla ifade ederek “Terk” diye yazdıklarını unutmadı. (“Terk” sözcüğünün çoğulu Arapçada “Etrâk” demekti; ve Türklere, “İdrâki biidrak” -anlayışsız Türkler- diyorlardı!)
-İngiltere’nin İzmir Konsolosu Charles Blunt, Büyükelçi Sir Henry Bulwer’e gönderdiği 28 Temmuz 1860 günlü raporunda:
“Bölgenin genel durumu gün geçtikçe iyileşmekte… Ancak bu iyileşmeden yararlananlar Türkler değil, onları soyup soğana çeviren Hıristiyanlar. Gülhane Hattı Şerifinin (3 Kasım 1839) öngördüğü reformlarla beraber Hıristiyanlar tarımla ilgilenmeye başladı ve yeni gelenlerle birlikte sayıları her geçen gün daha da arttı. Askerden dönen Türkler köylerini, kentlerini tanıyamayacak kadar değişmiş buldular. Her yerde. Türklerin yerini Hıristiyanlar alıyordu. Eskiden olduğu gibi tarlalarını işletmek isteyen Türkler, anında bir tefecinin pençesine düşüyor ve eninde sonunda toprağını satmak zorunda bırakılıyor. Talihlerini başka yerde denemek isteyenlerin toprakları ise gene Ermeniler, Rumlar veya Frenkler tarafından yok pahasına satın alınıyor. Bu yolla toprak sahibi olan yabancılar arasında, içerlerde büyük çiftlikler satın almış yedi İngiliz vatandaşı daha var. İzmir yakınlarındaki bütün topraklar yabancıların eline geçtiği gibi daha uzaklardaki köylerde de Türkler topraklarını yabancılara satıyorlar.” diyordu (10)”
“1830-1860 yılları arasında İzmir’in Türk nüfusu 80 binden 41 bine düşmüş, bu an karşılık aynı 30 yıllık dönemde kentin Rum nüfusu 20 binden 75 bine yükselmiştir (11)”
“İngiltere’nin Trabzon Konsolosu William Gifford Palgrave 1868’de Londra’ya gönderdiği raporda:
“Bugünkü (1868) durumda muvazzaf olsun, ihtiyat olsun, bütün askerlik yükü yalnız ve yalnız Müslüman halkın omuzlarındadır. Gerç, Hıristiyanlar (askere gitmemek için_ hazineye küçük ve önemsiz bir bedel ödemektedirler. Ama bu, onların askere gitmemekle elde ettikleri yararlara oranla bir hiçtir. Askerlik bedeli adamakıllı yüklü olsaydı bile , yine de Müslüman uyrukların zavallı omuzlarındaki kocaman yükün altında düştüğü yoksulluğu hiçbir zaman dengeleyemez. Şurası iyice bilinmeli ki, Müslüman nüfusun Hıristiyanlara oranla hızla azalmasının gerçek nedeni budur. Bu apaçık adaletsizliktir (12)”
Cumhuriyet, hiçbir ayrım gözetmeksizin tüm yurttaşlara yasa önünde eşitlik, fırsat eşitliği sağlayan bir düzendir. Cumhuriyet Türkiyesi’nde Yeni-Osmanlıcılık, ancak Müslüman Türk’ün Osmanlı düzeninde neler çektiğini bilmeyenlerin özlemi olabilir (13)”
Fransız Coğrafyacı Elisee Reclus da 1884’te yayımlanan Yeni Genel Coğrafya kitabında: “(Türkler) Millet-i Hakime (İmparatorluğun egemen ulusu) oldukları halde, zulüm ve baskı altındadırlar. Askerlik görevi yalnızca Türklere yükletilmiş olup, Türk gençleri ailelerinden alınır ve pek uzun bir süre için, çoğunlukla sonsuza dek ayrılır. İmparatorluğun en değerli halkı böyle tüketilir mi?” diyecekti (13-2)”
Şöyle bir düşünün; namaz kalmak ve kaldırmak İçin kaç dua ya da sure bilmek gerekiyor? Mezarlıklarda ve camilerde okunan Kuran bölümleri ne kadar? Bütün bunlar Türkçe olsa bırakın diğerlerini, imamlara gerek kalmaz. Herkes namaz kıldırabilir. Zaten İslam’da bunu söyler. Herkes Kuran’dan bir bölüm okuyabilir. Kuran Kurslarına, İmam Hatip Okullarına ve elbette ilahiyat fakültelerine gerek kalmaz. Üstelik halk imamların anlattıkları masallara değil, gerçek İslam’a inanır. Din bilim gibi gelişmez. Kalıplaşmış dogmatik bilgilerden oluşur. Dolayısıyla öğrenmenin bir güçlüğü yoktur. Okul bile gerekmez. Okuma yazma öğrenen her Türk çocuğu dinini kendi dilinde öğrenebilir. Arapça din dilinde ısrarın Emeviler’den beri var olan gizli amacı İslam’ın girdiği ulusları Araplaştırmaktır. Bu yöntemle tarihteki önemli uygarlıkların ardılı uluslar dillerini yitirerek Araplaşmışlardır. Görünür amacı ise din adamlarından oluşan bir sınıf yaratarak halkı sömürmek ve sömürüye hazırlamak, kolay yönetilir duruma getirmektir. . Böyle olduğu İçin egemen sınıf din adamlarını, din adamları da egemen sınıfın çıkarlarını savunur, her koşulda destekler. Ezilen, horlanan, sömürülen insanların yanında din adamı göremezsiniz. Devlet bütçesinden beslenen din adamı halkın yanında değil, yönetimin yanında durur.
Henüz Cumhuriyet 7 yaşındayken, 1930 yılında bir Alman Ortadoğu uzmanının dediğine bakın hele. “Yapılması gereken Atatürk’ün hem din düşmanı hem de Kürt düşmanı olduğu temasını gündeme getirip işlemektir (14)” 1950’ye kadar aydınlanmacı özelliğini koruyan yönetim, çok partili siyasal yaşama geçtikten sonra Menderes’in “Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” sözü ile açığa çıkan karşı devrimin karanlık güçleri, 1970’lerde Amerikan telkiniyle uygulanmaya başlanan Türk-İslam sentezi, eğitim kültür uygulamaları ile kendisine daha sağlam taban bulmuştur.
*
12 Eylül 1980 karşıdevrim darbesinden sonra içerdeki cepheye destekler artar. “Türkiye Atatürk’ün mirasını reddetmelidir.” Samuel Huntington. “Atatürkçülük öldü, Nurcular ileri.” CİA Ajanı Paul Henze. “Kemalizm’e son verin Osmanlıyla övünün.” Graham Fuller. “Amerikan denetiminde bir halife ile İslam dünyasını yönetmek bizim için en masrafsız yoldur.” Eski ABD Başkanı Bill Clinton. “Avrupa Birliği’nin en büyük hedefi Atatürkçü düşünceyi yok etmektir.” Jean Michel Thibaux – Fransız tarihçi
Bu konuyu okuma heveslerinizi yormamak adına bu bölümde bitiriyorum. İktidar partisinin Türklüğü ortadan kaldırmak, eğitimsiz bırakarak yozlaştırarak Araplaştırmak için yaptıkları saymakla bitmez. Burada onları sıralayarak tartışma konuları açmanın bir yararı olacağını sanmıyorum. Sadece şunu vurgulamak istiyorum. Osmanlı, Japonya ile birlikte 1800’lü yıllarda reformlara başladı. Japonların reformcu padişahlara “Gavur padişah” diyecek dinleri yoktu. Tarih kitaplarımızda reformcu padişahlarımızın adlarına şöyle bir değiniliyor. Sanki “Gavur padişah” düşüncesi devam ediyor gibi. Türkçü-İslamcıların bayrak yaptığı dört padişah; Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Abdülhamit ve Vahdettin’in Türklük ile ilişkilerine bakmak, gerçek yüzlerini görmeye, amaçlarını anlamaya yetecektir diye düşünüyorum. Ayrıca en çok saldırdıkları dönem Türk’ün ayağa kalktığı Cumhuriyet’in ilk çeyrek yüzyılıdır. Türklük bir kez daha özümlenme ile sınanıyor. Önceki iki deneme iletişim ve ulaşımın olmadığı çağlarda olduğundan tam başarılı olamadı. İletişim ve ulaşım gibi iki olanak iki yüzden keskin bir bıçak gibidir. Türkleri Araplaştıracağı gibi, özüne dönmesine de neden olabilir. Atatürk Aydınlığını yaşamış ulusumun kendisine dayatılan bu özümlemeyi bir kez daha kıracağına inanıyorum.
Bitti.
Dipçe: Selçuklu ve Osmanlı tarihi kaynaklarında genellikle Türkler’den söz edilirken, “Türkmen” sözcüğü kullanılır. “Bu sözcüğün sağlıklı bir kökenbilimsel (etimolojik) açıklaması yok. Anadolu’daki Oğuz neslinden gelen Türk boylarına Türkmen, Yörük, Türk… gibi adlar veriliyor. Bu farklı adlandırmaların farklı göç dalgaları ile ilgili olduğu düşünülebilir.”
Mustafa Topal, Orta Asya’dan Ulus Devlete Türklerde Siyaset, Özgür Üniversite Forumu, Sayı: 18, Nisan-Haziran 2002
Kaynakça
1) – Prof. Dr. Mikail Bayram / Danişmendoğulları Devletinin Bilimsel ve Kültürel Mirası / Unimat Ofset Mayıs 2009, önsöz. 31-45-46-37-261-259
2)- D. Ahsen BATUR / 1200 Yıllık Sürgün / Selenge Yayınları, Önsöz.
3)- Çetin Yetkin, Türk Halk Hareketleri ve Devrimler, Milliyet Yayınları s.161-262-13
4)- Demirtaş Ceyhun, Ah Şu Karabıyıklı Türkler, E Yayınları s.62-171
5)- Kaynak: Theodore Sapandounes, On the Origins of the Ottoman Emperors, Çeviren Lena Umay
6)- Taner Timur, Osmanlı Kimliği, Hil Yayın, 1986, s.79-807)- Esat Kamil Erkut / Osmanlı Devletinde Türklüğe Bakış, s.63
8)- Demirtaş CEYHUN/Ah Şu Biz Karabıyıklı Türkler E Yayınları s.86-118-119
9)- Prof. Dr. Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, Türkiye İş Bankası Yayınları, XII. Baskı Şubat 2011, s.11
10)- Osman Kurmuş, Emperyalizmin Türkiye’ye girişi, 1. Bası, Bilim Yayın İstanbul, 1974, 2 Bası 1977, s.37, 113, 216, 217 (Dipnot 98 PRO, FO 78/1533 no, 23-28 Temmuz 1860. Aynı raporun bazı bölümlerinin kopyası için bkz. A.H.Layard, The Condition of Turkey, London, 1863. S.39 ve Accounts and Papers, 1861, bdi, s.31-34 Bazı yerli toprak sahiplerinin malikânelerini nasıl yabancılara satmak zorunda kaldıklarının öyküsü için bkz. PRO.FO 195/1518, no:22 8 Ağustos 1885 Cengiz Özakıncı, Osmanlı Düzeninde Müslüman Türk Kıyımı, Bütün Dünya Kasım 2016 11)- Bilal Şimşir, British Documents on Ottoman Armenians, c.I. TTK yayını 1982, sayı: 16 No 10/1
12)- Bilal Şimşir, British Documents Armenians, c.I TTK yayını 1982, s.51, No 23/1 Ve Kürtçülük, 2. Basım. Bilgi Yayınevi s.110-113
13)- Cengiz Özakıncı, Osmanlı Düzeninde Müslüman Türk Kıyımı, Bütün Dünya Kasım 2016 //
Elisee Reclus, Nouvelle Geographie Universelle, Tome IX, “L’Asie Anterieure”, Paris 1884, s.540, 545, 547. Aktaran: Raşid-Erer, Türklere Karşı Haçlı Seferi, 1948, s. 89. Cengiz Özakıncı, Osmanlı Düzeninde Müslüman Türk Kıyımı, Bütün Dünya Kasım 2016 14)- Kaynak: Kurt Ziemke, Die Neue Turkei, 1930
Ethem Arı
Her hakkı saklıdır. Ethem Arı ve Yazı Dükkanı Akademisi kaynak gösterilmeden kullanılamaz.
- Yunan AskerlerininBakışıyla Anadolu Harekatı İlyas Küçükcan-Ethem Arı - 9 Kasım 2022
- Geleceğin Türkiye’siEthem ArıKatkı: 4 - 31 Mart 2022
- Gazetecilik Ethem Arı - 12 Mart 2022
Çok değerli bir yazı ve hep tarihimiz eksik anlatıldığı için özümleme daha kolay gerçekleşmekte. Aylar önce bir kişiye Mevlana’nın aslında kim olduğunu anlatmaya çalıştığımda çok büyük bir tepki ile karşılaşmıştım. İnsanların körü körüne anlatılanlara inanması ve bu internet çağında tarihi olayları, kişileri araştırmaması çok büyük bir aymazlık…Çok teşekkür ederim, böyle önemli bilgileri verdiğiniz için…
Türk özümlenmesinin tarihçesini ayrıntılı ve anlaşılır bir dille anlatan, cevabını eksik bildiğim bazı soruların da aydınlanmasını sağlayan kapsamlı araştırma yazınız için teşekkür ediyorum Sayın Ethem Arı Hocam.
Kaleminize, emeğinize sağlık.
Bu değerli araştırma yazınız, Yazı Dükkanı Akademisi bilgi dağarcığının çok önemli bir kaynağını oluşturacaktır. Bilgiler, Türk Özümsemesi konusunda, kurgu, tarihsel dizilim ve kaynakça açısından çok doyurucudur. Bu özelliğiyle, anılan konularda araştırma yapan kişilere çok yararlı bir sunum olduğunu düşünüyorum. Dükkan’ ın araştırma yazılarının emekçisi Sayın Ethem Arı’ yı bu çalışmalarından dolayı kutluyorum.