Yorucu bir günün ardından eve gelir gelmez kendime bergamotlu bir çay demleyip yorgun bedenimi kedim Minka’nın sırtüstü uzandığı siyah deri koltuğa usulca bırakıverdim.
Minka’nın yarı kapalı baygın gözleriyle, hafif kıvrılmış bedenini severken çıkardığı gırlama sesi yüreğime mutluluk saçıyor, tüm yorgunluğumu alıyor.
Bir ara telefonum çaldı. Konuşmamı bitirdikten sonra gelen bildirimlere bakıyordum ki önüme bir yazı düştü.
Ömrünü İslam’a adamış Tarikat Lideri Mahmut Ustaosmanoğlu yaşamdan kopmuş. Dua eden edene. Ortalık yıkılıyor. Okuduklarımı anlamakta hiç bu kadar zorlanmamıştım bugüne dek. Kendi yurdumda anadilime yabancılaştırıldım, kimin umurunda?
Mahmut Ustaosmanoğlu’nun ölümünün hemen ardından, “Mahmut Efendi Hazretlerinin hanım kardeşlerimizin cenazeye katılmalarına razı olmadığı bilinen bir durumdur” şeklinde bir açıklama getiren İsmailağa Cemaati, kadınların cenazeye katılmalarını istemiyor.
Ölüm öncesi ve sonrasında, kadını aşağılamaya devam eden bu gerici düşüncenin ne tür geçerli bir nedeni olabilir ki?
Usumda cevapsız sorular… Duyumsadığım tek şey düş kırıklığı. Duygularım karmakarışık. Ülkem karanlıklara çekiliyor; içimizdeki kara sesler, softa kıyıcılar çoğalıyor, her geçen gün bir fazlasıyla.
Kadının adı yok. Kadın günah keçisi bu ülkede…
Geçen gün gece nöbetimde okuduğum, Eğitimci-Araştırmacı-Yazar Saygın Nurettin Şenol’un ‘Bilimsel Bakış Açısı’ adlı betiğinden belleğime kazıdığım aşağıdaki şu tümce, unutturulmaya çalıştırılan gerçeği nasıl da gözler önüne seriyor?
– Atatürk Ağustos 1928’de “Kadınlarını geri bırakan toplumlar geri kalmaya mahkumdur” diyor.
Yurdum ne acıdır ki her geçen gün biraz daha batıyor karanlığa. Yüreğim kanıyor. Ülkemde kadının adı vardı hiç KUŞKUSUZ bir zamanlar… Nereden nereye gelindi?
Yüreğim başkaldırılarda…
Ah!
Uyanın KADINLAR!
***************
Sizlere şaşılacak bir öykü anlatacağım şimdi hazır yeri gelmişken. Usuma düşüverdi birden.
Hans’ı Yaşlı Bakım Yurdundan uzun yıllar tanırım. Son soluğunu kollarımda vermişti. Onun en büyük isteği, ölüm sonrası yakılıp küllerinin toprağa gömülmesiydi. Kızı, babasının bu isteğini yerine getirdi. Hıristiyanlıkta ölülerin yakılmasında herhangi bir sakınca söz konusu değil. Benim her inanca sonsuz saygım var. Sizce doğaüstü güçle, insan inancının arasına girmek kimin yetkisinde? Benim değil, sizin de olmamalı kuşkusuz!
Bir pazar sabahıydı. Hans’ın ölüm törenine beni de çağırdılar. Gömütlük ormanın içindeydi. Din insanı Rahip Anton, Hans’ın külleriyle dolu olan kavanozun yanında, gelecek olan konukları bekliyordu. İlk gelen bendim. Sonra kızı Renate, daha sonra da beklenen diğer konuklar geldi.
Rahip Anton, küllerle dolu olan saydam kavanozu gömüt çukurunun içine özenle yerleştirdi. Dualar edildi. Konuşma yapıldı.
Bir sessizlik oldu. Kuş cıvıltılarından, yıllanmış ağaçların yapraklarının hışırtısından başka tek bir ses duyulmuyordu, koskoca ormanda.
Göz çukurlarıma akan yaşı elimin tersiyle silmeye çalışırken omzuma bir el dokundu. Rahip Anton idi, yanı başıma gelen.
– Şimdi sıra sizde dedi, güleç yüzüyle bana bakarak.
– Hans’ın yüreğine dokunan, onu son an’a kadar yalnız bırakmayan bir insan olarak neler söylemek istersiniz?
Bırakın ölüm töreninde en arka sıralarda yer alıp edilen her duaya sessizce amin demeyi, gömütün önüne gelip konuşma mı yapacaktım? Hadi canım, daha neler? Hangi çağdayız, Tanrı aşkına? İki ayrı öykü, iki ayrı dünya…
Dudak ucuma acıyla karışık bir gülüş kondu, tam da oracıkta. Emin adımlarla gömütün başına gelip büyük bir içtenlikle yaşanılan o son an’ı, dostluğumuzu anlattım, uzun uzun. Hazırlıksız bir konuşmaydı, içimden geldiğince…
Kısa bir sessizlikten sonra, yanıma Hans’ın kızı Renate geldi. Sarıldı bana, sıkıca. Ağlıyor, iç çekiyordu. Çantasından etrafı beyaz parlak taşlarla döşenmiş bir çerçeve çıkartıp bana uzattı.
Şaşkın bakışlarla bir çerçeveye, bir de Renate’ye baktığımı anımsıyorum. Çerçevenin içine Hans ile benim doğum günümde çekilen özçekimimiz yerleştirilmişti.
Donakaldım.
– Babamın isteğiydi, dedi Renate birden.
– Birlikte olsun istedi.
– Gömüte sizin bırakmanızı çok isteriz.
– Kuşkusuz, siz de isterseniz…
Burnumun direği sızladı, o an. Gözyaşımı içime akıttım.
Özçekimimizi gömüt çukurunun içine bırakıp üzerine ufak el küreğiyle üç kez toprak attım. Son olarak da getirdiğim beyaz gül demetini üzerine yerleştirip doğruldum.
İçimi gizemli bir mutluluk sardı.
Sanki zaman, o an için durmuştu.
***************
Okuduğunuz bu öyküde din, dil, ırk ayırımı hiç olmadı. Günah keçisi değildi kadın, adı vardı. Kimseler kusmadı, kinini bir diğerine.
Kısacası dostlarım, bu öyküden geriye -özgürce- evrensel DEĞERLER kaldı. Olması gereken de bu değil miydi?
Hava kararmaya başlamıştı. Düşüncelerimden sıyrılıp avucumun içinde sıkıca kavradığım, soğumuş çay bardağını masanın üzerine yavaşça bıraktım.
Çıkan hafif esinti, saçlarımı yalarken bana ayaküstü Seneca’nın şu sözlerini anımsattı.
“Yaşıyorsak, daha umut var demektir. ”
Uyanın KADINLAR!
Sevda A. Baştımar
Hanover 23/06/ 2022
Yazarın ÇIRILÇIPLAK BİR YALNIZLIK yazısı için tıklayınız.
Yazarın Sekiz Mart şiirini okumak için tıklayınız.
- Sekiz Mart Sevda Akyol Baştımar - 7 Mart 2023
- Gelincik Düşlerim Sevda Akyol Baştımar - 3 Şubat 2023
- Başım Duman Sevda Akyol Baştımar - 23 Ocak 2023
Saygın Erol Erdoğmuş
Değerli yorumunuza saygı ve sevgimle. Var olunuz.
‘Korona’ başlıklı koşuğunuzu okuyacağım.
Esenlikler diliyorum.
Sayılgın Akyol Baştimar pırıl pırıl duygularını ve düşüncelerini saydamlaştırarak belirtmiş. Kutlarım. Yaşım 89,5 düşüncem şu: Her günün sonunda uyumamız ne denli doğalsa, her ömrün sonunda ölmemiz o denli doğal. Gün 24 saatle, ömür yıllarla sınırlı. “Korona” başlıklı şiirimde bu konu tartışmaya açık.